
Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komitesi, 11 Temmuz 2025 tarihinde Güney Kürdistan’da bulunan Casena Mağarası’nda otuz özgürlük gerillasının silahlarını yakmasıyla başlayan yeni süreci kapsamlı bir açıklamayla değerlendirdi. Parti, bu eylemi Kürt Özgürlük Hareketi’nin Abdullah Öcalan’ın çağrısına ve PKK Kongresi’nde alınan kararlara uygun şekilde gerçekleştirdiğini vurguladı.
Açıklamada, silah bırakma töreninin mücadelenin sonu değil, yeni bir başlangıcı ifade ettiği belirtilirken, Casena Mağarası’nın seçilmesinin ve devletin bu sembolik konumu kabul etmesinin sürecin tarihsel derinliğine işaret ettiği ifade edildi.
Açıklamanın tamamı şu şekilde:
Otuz özgürlük gerillası 11 Temmuz 2025 tarihinde Güney Kürdistan’da, Casena Mağarasında bir açıklama yaparak silahlarını yaktı. Kürt Özgürlük Hareketi bu eylemiyle Abdullah Öcalan tarafından atılan adımın gereğini yerine getirdi. Mayıs ayında PKK Kongresinde alınan kararlar ve Abdullah Öcalan’ın gerek örgüt ile vardığı mutabakat ve gerekse de devlet ile yürüttüğü müzakereler sonucunda atılan bu adım devlete verilen çok net bir mesajdır. Bundan sonra süreci karşılıklı müzakereler ve adımlar belirleyecektir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin yasal ve anayasal düzenlemeler ile üstüne düşen görevi yerine getirmesi koşullarında süreç ilerleyecektir.
Silahların yakılması kesinlikle mücadelenin sonlanması veya teslim olunması anlamına gelmemektedir. Bu eylem yeni bir başlangıç ve mücadelenin farklı yöntemlerle sürdürülmesi kararlılığının sinyalidir. Seçilen konum, Casena Mağarası -ki TC devletinin de bu konumda mutabık kalması- sembolik olarak tarihsel önemdedir ve yürütülen müzakerelerin içeriği anlamında niteliksel bir mesaj içermektedir. Demokratik Toplum Grubu’nun 30 özgürlük savaşçısından oluşması da küllerinden yeniden doğan 30 Simurg kuşu efsanesinden esinlenerek yakılan silahların ateşinden yeniden doğuş mesajını içermektedir. Tören sırasında okunan metin eylemin amacını dünya kamuoyuna ilan etmiştir.
Parti Merkez Komitemiz, Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı ve PKK Kongresinden sonra yayınladığımız 4 Mart 2025 ve 10 Mayıs 2025 tarihli açıklamaları temel alarak sürecin geldiği aşamayı değerlendirmiş ve şu sonuçlara varmıştır:
Bu süreci niteleyen en önemli özellik bugüne kadar yaşanan süreç denemelerinin aksine Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından yürütülmesidir. Devletin içinde mutabakata dayanmadan başlatılan tüm süreçler devlet içi odakların engeliyle karşılaşmıştır. PKK’nin 1993 yılından itibaren yer aldığı süreç girişimleri her defasında devletin kimi odakları tarafından kesintiye uğratılmış ve savaş yeniden yoğunlaştırılmıştır. PKK’nin müzakere ve barış süreçlerine olumlu yaklaşımı başarısızlıktan kaynaklı bir barış arayışı değil, 1991 yılında Dünya Sosyalist Sisteminin çözülmesi ve Dünya Devrim Sürecinin ana güçlerinde yaşanan niteliksel değişikliklerden kaynaklıdır. Abdullah Öcalan’ın bu süreçte ortaya koyduğu görüşler ve çağrının içeriği yeni üretilmiş görüşler değil, kendisinin 1999 yılından beri savunduğu görüşlerdir. Tek taraflı tavizler içeren bir niteliğe sahip değildir.
Barış ve Demokratik Toplum Süreci salt bir barış anlaşması değildir. Demokratik Toplumu hedefleyen bir politik strateji için savaş sona erdirilmektedir. PKK’nin feshi bu içerikle anlaşılmalıdır. Savaşı temsil eden bir teşkilatın yeni koşullara ve amaçlara uygun olarak yeniden ve farklı bir biçimde örgütlenmesi amacını içermektedir. Devlet ise buna karşı baskıcı, sömürücü, diktatoryal niteliğini terk ederek yeni bir devlet yapısına yönelmekle yükümlüdür. Müzakerelerin bir yanının da bu içerik olduğu anlaşılmalıdır. Buna hazır olmayan bir devlet böyle müzakerelere yönelmez, yönelirse de bu süreç sonuca ulaşmaz. Konu tarafların ikisinin de yeni koşullara uygun yeniden yapılanması içeriğine sahiptir. Bu içeriğinden dolayı bu süreç Türkiye Cumhuriyeti devletinin de yeniden kuruluşu anlamına gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeniden kuruluşu 1919 ile 1921 yılları arasında yürütülen ve sonuçta 1923 yılında değişen politikaya dönüş anlamına gelmektedir. 1919 yılında Ulusal Kurtuluş Savaşı olarak başlayan sürecin niteliği, siyasal anlamda komünistlerin de müttefik olduğu, ulusal anlamda başta Kürtler olmak üzere tüm Anadolu halklarının birlikte mücadele ettiği, dinsel anlamda tüm din ve mezheplerin özgürce ifade edilebildiği bir içeriğe sahipti. Kemalistlerin İngiliz emperyalizmi ile uzlaşmaları sonucunda aniden yön ve nitelik değiştiren bu süreç bugün temelleri atılan Barış ve Demokratik Toplum Süreci ile tekrar yerli yerine oturtma amacını taşımaktadır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti açısından başa dönerek yeniden kuruluş sürecidir. Bu Cumhuriyet karşıtı bir süreç değildir. Emperyalizmin dikte ettiği ve ona bağımlı bir cumhuriyetten halk demokrasisini hedefleyen bir cumhuriyete dönüştür. Bu anlamda ilerici bir adımdır ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ruhuna uygundur. Eğer barış ve demokratik toplum süreci başarıya ulaşırsa, 1919-21 dönemine dönülecek ve şimdiki ulus devlet, demokratik bir Cumhuriyet olarak yeniden inşa edilebilecektir.
Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş kongresinde kabul edilen program ile bugün yaşanan sürecin özellikleri, sınıf savaşımını daha ileriye taşımak için benzer nitelikler taşımaktadır. O dönemde Mustafa Suphi ve yoldaşları bugün Demokratik Toplum olarak hedeflenen içeriklere benzer içeriklerle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna katılmaya yönelmişler ve Ulusal Kurtuluş Savaşı içinde yer almışlardır. Partimizin kurucu önderi Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 28/29 Ocak 1921’de Kemalistler tarafında haince katledilmeleri, belirlenen istikametin sonlandırılmasının ilk işareti ve eylemi olmuştur. Partimizin 1922 yılında yasaklanması karşı-devrimci yönelimi güçlendirmiştir. Bugün komünistlerin görevi o süreçte yarım kalan program ve politikaları yaşama geçirmektir. Barış ve Demokratik Toplum süreci bu açıdan yeni bir yol açmaktadır.
Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde Kürtlerle de ittifak halindeydi. Kürtler ile ittifak yapmadan Anadolu’da bu mücadeleyi sürdürmek mümkün değildi. Onun için Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Kürtler, Aleviler ve Müslüman aşiretler ile ittifaklar kurdu. 11 Temmuz’da silah yakma eyleminin yapıldığı Casene Mağarasında İngiliz emperyalistlerinin işgaline karşı mücadele eden Şeyh Mahmud Berzenci’yi destekledi. 13 Ağustos 1919 yılında Mustafa Kemal’in, Şeyh Mahmıd Benzerci’ye yazdığı mektupta “Aziz Vatan” için İngiliz emperyalistlerine karşı ortak mücadeleye davet etmiştir. Sivas Kongresi kararlarını iletmiş ve henüz düzenlenmemiş olan Erzurum Kongresinin gündemi ve içeriği konusunda bilgi vermiştir. Mustafa Kemal’in o dönemde “Aziz Vatan” olarak nitelendirdiği bugün “Ortak Vatan” olarak ifade edilebilir. O dönemde “Aziz Vatan” tüm ulusal bağımsızlıkçı siyasal, ulusal ve dinsel unsurları içeren bir nitelemeydi ve birlikte yaşamı ifade ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bugün Silah Yakma Eylemi için Şeyh Mahmud Benzerci’nin o dönemde karargah olarak kullandığı Casene Mağarasını kabul etmesi veya önermesi bu çerçevede değerlendirilmesi gereken derin bir anlam taşımaktadır. Bu TC devleti açısından özeleştiri içeren yeniden kuruluş demektir.
Devlet Bahçeli bu süreci MHP adına değil devlet adına başlatmıştır. MHP tabanını ikna etmeye yönelik hiçbir çaba göstermemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu sürece sonradan ikna edilmiş veya dahil olmuştur. Bu süreç ne MHP ne de AKP’nin taraf olduğu bir süreç değildir. Türkiye Cumhuriyeti devleti doğrudan insiyatif kullanan taraftır. Bu anlamda sürece sonradan dahil olan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz’da partisinin Genel İstişare ve Değerlendirme Toplantısında sarf ettiği kimi sözler dikkate alınması gereken nitelikte değildir. “Terörsüz Türkiye” nitelemesi AKP iktidarını sürdürmek için ve seçmen tabanını ikna etmek için geliştirilmiş bir söylemdir. Nasıl söyledikleri önemli değildir. Belirleyici olan sürecin sağlıklı ilerlemesidir. 11 Temmuz Silah Yakma Eyleminden ve 12 Temmuz Erdoğan’ın konuşmasından sonra TSK güçlerinin Medya Savunma Alanlarını bombalamaları, kimyasal silahlar kullanmaları devlet içindeki çatlağı ifade etmektedir. Devlet içinde bu sürece karşı direnen ve süreci akamete uğratmak isteyen odaklar vardır, bu bilinmeli ve dikkate alınmalıdır. Bu odakların faaliyetleri önümüzdeki dönemde de güçlenerek devam edecektir.
Bu süreci doğru değerlendiremeyenlerin sarıldığı en belirleyici söylem “Kürtlerle barış yaparken CHP’ye karşı saldırı ve imha politikalarının sürdürüldüğü” konusudur. Bu doğru bir tespittir ancak yanlış analiz edilirse yanlış sonuçlara varmak da çok kolaydır. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan son Yerel İdare Seçimleri ile seçmen çoğunluğunu yitirmiştir. CHP seçmen açısından birinci partidir. Erdoğan iktidarı kaybetmekten korkmaktadır. Ve özellikle Barış ve Demokratik Toplum Sürecinin sağlıklı ilerlemesi sonucunda iktidarını kaybedeceği kesindir. Bu nedenle CHP’ye ve demokrasi güçlerine saldırmaktadır. Bu süreç belli bir aşamaya gelmeden CHP’yi felç etmek ve dağıtmak amacını taşıyordu. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, onu takip eden tutuklamalar, CHP’li belediyelere kayyum atanması bu amaçla planlandı ve uygulandı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. CHP’nin içinde hizip yaratma dahil amaçladıkları hedeflere ulaşamadılar. CHP’nin iç birliği tarihinde olmadığı kadar sağlamlaştı, birleşti ve kenetlendi. Daha önceki süreçlerde sokağa çıkmayan CHP, sokakları, meydanları mekan edindi. Yüzbinlerin katıldığı mitinglerde “Hükümet istifa, hemen erken seçim” sloganları yükseliyor. Aynı CHP Barış ve Demokratik Toplum sürecine olumlu yaklaşıyor. İktidara geldiğinde bu süreci devam ettireceğini ilan ediyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, CHP’yi sürece karşı tavır alma konusunda provoke etmek ve DEM Parti ile gelişen ilişkilerini baltalamak için “AKP-MHP-DEM ittifakından” söz ediyor. İstişare ve Değerlendirme toplantısında kurduğu cümleler bu amaca yönelikti.
Türk Solu olarak da nitelendirebileceğimiz ulusalcı “sol” güçler Erdoğan’ın bu provokasyonlarını propagandalarında kullanıyorlar. Sürece ve DEM Parti’ye karşı kampanya sürdürüyorlar. Bu kesimler, başta Okuyan’ın sahte “TKP”si olmak üzere Cumhuriyetin demokratik anlamda yeniden kurulması sürecinin karşısında konum alıyorlar. “Laiklik, bağımsızlık ve sözde anti-emperyalizm” demagojileri ile söylemler geliştirip anti-demokratik, tekçi, baskıcı, sömürücü cumhuriyete sahip çıkıyorlar. Bu söylemlerini “devrimci” bir sosla süsleyip sınıftan kopuk sözde sınıf savaşımı söylemlerine meze yapıyorlar. Asıl düşmanın içeride olduğunu gözden kaçırarak ve hedef şaşırtarak sözde anti-emperyalizmleri ile düşmanın değirmenine su taşıyorlar. Türkiye’nin emperyalist niteliğini örtbas ediyorlar. Sahte “TKP”nin başını çektiği bu kampanya sürece karşı duyarsız kalan ve ilkeli tavır almayan diğer legal sol ve sosyalist partileri de etkiliyor. Zafer ve İyi Parti ile benzer duruşlara yaklaştıklarının farkında olmadan barış, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin nesnel olarak karşısında durur duruma geliyorlar. Bu konuda CHP kadar dahi ilkeli olamıyorlar ve kendi kitlelerini korumak adına CHP’den bir dahaki seçimlerde medet umarak CHP’nin dümen suyunda konum alıyorlar. DEM Parti ile aralarına mesafe koyuyorlar.
Sınıf savaşımı bütün bu gelişmelerin etkisinde yeni bir açılımla karşı karşıya. Dünya Sosyalist Sisteminde yaşanan karşı-devrim sonucunda tüm dünyada gerileyen sınıf savaşımı bölgemizde ve ülkemizde yeni olanaklar kazanıyor. Sendikal alana sıkışan ve ekonomik mücadele alanında da dünya çapında gerileyen sendikal hareket sınıf savaşımının yükselmesi ile yeni olanaklara kavuşacak. Lenin’in ekonomizme karşı görüşlerini dikkat merkezine alan partimiz yeni koşullarda sınıf savaşımını geliştirmek için yeni yaklaşımlar geliştirmektedir. Gerek sınıf savaşımının siyasal yanının güçlendirilmesi, gerekse de bu mücadelenin ekonomik mücadele ile sınırlı kalmaması için geçmişten çıkardığımız dersler ışığında yeni bir hat oluşturuyoruz. Aynı şekilde sınıf savaşımında faşizme karşı birleşik mücadelenin önemi önümüzdeki dönemde daha yakıcı biçimde kendini dayatacak.
Partimiz yürütülen müzakere süreçlerinin savaşı sonlandırmak için iki düşman cephe arasında sürdürüldüğü gerçeğinin altını bir kez daha çizme gereği hissediyor. Barış, iki düşman arasında ve en karşıt, uç kesimler arasında sağlanır. Bu süreçlerde uzlaşma da bir unsurdur. Lenin’den öğrendiğimiz gibi;
“Siyasette uzlaşma, belirli taleplerden vazgeçmek, başka bir partiyle varılan mutabakat temelinde kendi taleplerinin bir kısmından feragat etmek anlamına gelir. Burjuvazinin, Bolşeviklere iftira atan basın tarafından da desteklenen, Bolşeviklere ilişkin olağan anlayışı, Bolşeviklerin hiç kimseyle ve hiçbir zaman uzlaşmayacağıdır.
Böyle bir düşünce devrimci proletaryanın partisi olarak bizim için gurur vericidir, çünkü düşmanlarımızın bile bizim sosyalizmin ve devrimin temel ilkelerine bağlılığımızı kabul etmek zorunda kaldıklarını kanıtlamaktadır. Ancak gerçeği söylemek gerekir: bu fikir gerçeklerle uyuşmamaktadır. Engels, Blanquist Komünarların manifestosunu (1873) eleştirirken, onların “Uzlaşma yok!” deklarasyonuyla dalga geçerken haklıydı.
Engels, bunun bir deyim olduğunu, çünkü savaşan bir partinin çoğu zaman koşullar tarafından kaçınılmaz olarak uzlaşmaya zorlandığını ve “ara istasyonlarda durmaktan” bir kez ve sonsuza kadar vazgeçmenin gülünç olacağını söyledi.
Gerçekten devrimci bir partinin görevi, tüm uzlaşmalardan vazgeçmenin imkansızlığını ilan etmek değil, kaçınılmaz oldukları ölçüde tüm uzlaşmalar yoluyla ilkelerimize, sınıfımıza, devrimci görevimize, devrimi hazırlama ve kitleleri devrimde zafer için eğitme davamıza sadık kalmaktır.” (V.I. Lenin: Bütün Eserler, Cilt 21, Viyana-Berlin 1931, s. 163-169)
Partimiz, Marksçı-Leninci ilkeler, sınıf savaşımını geliştirme ve devrime yaklaşma stratejisi temelinde bu zorunlu dönemeçlerin aşılması gerektiğinin önemine vurgu yapar. Bu anlamda Barış ve Demokratik Toplum sürecinin devrimci niteliğinin göz ardı edilmemesi gerektiğini, burjuva propagandalarının etkisi altında kalmadan parti çizgisinin sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve uygulanmasını ön görür. Partimizin bu süreçte en önemli görevi ve mücadele hattını belirleyecek özellik, barış ve demokratik toplum güçleri ile birlikte güçlü bir cephenin ve kitle tabanının oluşturulmasıdır. Parti örgütlerimiz, tüm kadrolarımız ve legal alanda parti politikalarını yaşama geçiren yoldaşlarımız, çalıştıkları fabrika ve işyerlerinde, yaşadıkları mahalle ve semtlerde; Birincisi; Parti örgütlenmelerini güçlendirme, yeni parti temel örgütleri kurma, İkincisi; Parti görüş ve politikalarını işçi sınıfı ve emekçi halk katmanları arasında propaganda etme, Üçüncüsü; Barış ve Demokratik Toplum Hareketinin güçleri ile birlikte partimizin doğrudan örgütsel katılım ve katkılarıyla Demokratik Halk Meclislerinin örgütlenmesini sağlamaktır.
Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın bilimsel yaratıcılık ve cesaretle geliştirdiği politik çizgi, asgari düzeyde partimizin “Barış ve Demokrasi için Eylem Programı” ile uyum sağlamaktadır. Bugüne kadar savunarak sürdürdüğümüz birleşik devrimci mücadele şimdi yeni bir aşamaya yükselecektir. Zorluklar, inişler, çıkışlar ve kimi zaman da çelişkiler barındıracak olan bu süreci zafere ulaştırmak, barış, demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesine yeni kazanımlar sağlayacaktır. Sınıf mücadelesi böylesi aşama ve süreçlerden geçerek ilerler. Bunun bilincinde olmalıyız.
Parti Merkez Komitemiz, ideolojik ve örgüt bürolarının önüne yakın zamanda Barış ve Demokratik Toplum süreci hedefine uygun parti faaliyetlerini destekleyici ve parti üyelerimizin eğitimine katkı sağlayıcı metinler ve tezler hazırlanması kararı almıştır.
Bugün partimizin önünde kurucu önderimiz Mustafa Suphi ve yoldaşlarımızın haince katledilmeleri sonucunda yarım kalan görevleri tamamlama görevi somut olarak durmaktadır. Bizler açısında bundan daha onurlu bir görev olamaz.
Türkiye Komünist PartisiMerkez Komitesi14 Temmuz 2025
HABER MERKEZİ