
ANF İngilizce’nin sorularını yanıtlayan Engin Sustam “Barış süreçleri ve silahlı çatışmaların sona ermesi doğası gereği siyasi riskler ve yeni çatışma potansiyelleri içerse de Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumları artık Kürt sorununu tamamen yeni bir şekilde anlamamızı sağlıyor.” dedi. Röportajın tamamı şu şekilde:
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı tarihi çağrının ardından, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) 12 Mayıs’ta gerçekleştirdiği son kongresinde örgütü feshetme kararını açıkladı. Bu karar kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açmaya devam ediyor. Pek çok kişi şimdi feshin ardındaki nedenleri, bir sonraki aşamanın nasıl olacağını ve devletin bu önemli adımlara nasıl karşılık vereceğini sorguluyor.
Devletin bu sürece yönelik tutumuna ilişkin kuşkular sürerken, PKK silahlı mücadelenin tamamen sona erdirilmesi için yasal reformlara ihtiyaç olduğunu vurguladı. Ayrıca bir hakikat ve hesaplaşma sürecinin başlatılması gerektiğinin de altını çizmiştir.
PKK’nın son açıklamalarına rağmen devletin herhangi bir somut adım atmaması kamuoyunda hem eleştirilere hem de tartışmalara yol açtı. Toplumun çeşitli kesimlerinden bu tarihi fırsatın kaçırılmaması gerektiğine dair kaygılar dile getirilmeye başlandı ve devlet gecikmeksizin harekete geçmeye çağırıldı.
Sosyolog Engin Sustam’ın ANF’ye verdiği uzun söyleşi aşağıda yayınlanmaktadır. Sustam, PKK’nın Kürt halkı için bir direniş kalesi haline geldiğini ve mücadelesinin sona ermediğini, aksine yeni bir evreye geçtiğini söyledi.
Sustam, Kürt Özgürlük Hareketi’nin klasik bir örgüt olmanın çok ötesine geçtiğini ve artık uluslararası bir halk hareketine dönüştüğünü vurguladı. Son kongre bildirgesine atıfta bulunarak, özellikle sosyalistlere yapılan çağrının önemli olduğunu söyledi.
Kürtlerin barış taleplerinde samimi olduklarına dikkat çeken Sustam, Türkiye kamuoyunun sürece daha fazla dahil olması gerektiğini vurguladı.
Savaş ve faşist propagandanın birçok nesli zehirlediğini ve tüm faşist söylemlere karşı özellikle yoksulların yanında yer alan bir siyasi çabanın olması gerektiğini belirtti.
Son olarak Sustam, kökleri sömürgecilik meselesine dayanan Kürt sorununun temelde sınıfsal bir mesele olduğunu savunuyor. Kürt halkı üzerindeki en yıkıcı etkinin asimilasyon yoluyla gerçekleştirildiğini vurgulamıştır.
PKK silahlı hak mücadelesini sona erdirdi ancak hem Osmanlı İmparatorluğu’nun hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin mirası göz önünde bulundurulduğunda, şimdi yeni bir mücadele aşaması başlıyor. Bu yeni süreç hem tarihsel hem de güncel olarak nasıl yorumlanmalıdır? Bu dönemde yeni mücadele alanları neye benzeyebilir?
İzin verirseniz, bir sosyal bilimci olarak kolektif hafızaya dayalı bir değerlendirme ile sorunuza yanıt vermek istiyorum. Silahlı mücadelenin ya da akademik tabirle dağ gerilla savaşının belli bir noktaya geldiği çok açık. Dolayısıyla PKK’nın açıkladığı karar bugünkü koşullarda çok da şaşırtıcı değil.
Aslında Kürt Hareketi 1993’ten bu yana, savaşın en yoğun olduğu dönemlerde bile benzer kararlarla sık sık diyalog arayışına girmiştir. Tek taraflı ateşkeslerle barış süreci kavramını sürekli olarak gündeme taşıdı. O dönem Cumhurbaşkanı Turgut Özal dönemiydi. 1993 yılında Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani’nin de katıldığı bir ateşkes süreci başlatıldı.
Özal’ın ölümünün ardından derin devlet aygıtının devreye girmesiyle silahlı çatışma süreci yeniden başladı. Devlet, özellikle Tansu Çiller hükümeti altında, bir özel savaş stratejisi uygulamaya başladı. Buna suikastlar, köy boşaltmalar, zorla kaybetmeler, işkence ve yerinden etmeler dahildi. Kürt bölgesi derin devletin sömürgeci valileri tarafından bir şiddet sarmalına dönüştürüldü.
Elbette bu dönemdeki en büyük risk tam da bu yaşananlarda yatıyor. En son 2015 ve 2016’da yaşanan şiddet sarmalını hatırlayacak olursak, bu süreçlerin tek taraflı olması ve devlete hiçbir zaman gerçek anlamda güvenilmemesi bugün de psikolojik bir bariyer olmaya devam ediyor. Kürtlerin büyük çoğunluğu Kürt Hareketi’nin ve Sayın Öcalan’ın kararlarını ciddiye alıyor ancak devlete olan güvensizlik ciddi bir engel teşkil etmeye devam ediyor.
Devlet, ileriye dönük anayasal bir adım atmak yerine, bölgeyi ve çevresindeki alanları militarize etmeye öncelik vermeye devam ediyor. Militarist bir dil kullanmaya devam ediyor ve gerillaların devam eden askeri operasyonların baskısı altında 12. Kongreyi gerçekleştirdiği Medya Savunma Alanları da dahil olmak üzere birçok bölgede çatışmalar sürüyor. Bu durum, içinde bulunduğumuz dönemin en tehlikeli yönlerinden biri olmaya devam etmektedir.
Her iki taraf da barış için sorumluluklarını yerine getirmelidir. Kürt Hareketi atabileceği en önemli adımı attı ve sorumluluğu doğrultusunda çatışmasızlık ortamına geçmeye çalışıyor. Ancak devlet, geçmişte olduğu gibi, geri çekilen ve silah bırakan gerillaları hedef almaya devam edecek mi? Bu tür bir çatışma riski bir kez daha ciddi hasara yol açma potansiyeli taşıyor.
Örneğin Kolombiya’daki FARC vakasına bakabiliriz. 1998’de ve daha sonra 2016’da Başkan Juan Manuel Santos döneminde (merkez sağ bir hükümet) önemli barış adımları atıldı. Ancak 2019’da yeni sağcı başkan Iván Duque döneminde barış süreci askıya alındı ve FARC silahlı mücadeleye geri döndü. Bu bize, taraflardan birinin üzerine düşeni yapmaması halinde barışın ne kadar kırılgan olabileceğini gösteriyor.
Türkiye’de barış süreci ya da yeni bir aşama nasıl gelişebilir? Ve böyle bir sürecin işleyebilmesi için nelere ihtiyaç var?
Barış süreçleri ve silahlı çatışmaların sona ermesi doğası gereği siyasi riskler ve yeni çatışma potansiyelleri içerse de Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumları artık Kürt sorununu tamamen yeni bir şekilde anlamamızı sağlıyor. Artık 20. yüzyılın başlarında olduğu gibi sınırlı bir kadro veya entelijansiya tarafından yönetilen isyancı bir nüfustan bahsetmiyoruz. Bugün başka bir düzeye ulaşmış, her alanda siyasi bilince ve pratiğe sahip bir toplumdan bahsediyoruz.
Engin Sustam’a göre Kürtler bu süreçte proaktif bir rol oynamalı, özellikle de dil ve kimlik haklarının anayasal güvence altına alınmasını talep ederek diplomatik girişimlerde bulunmalıdır. Sustam, konunun bir tehdit olarak algılanmaması, gerginlik ve çatışmaların diplomasi yoluyla çözülmesi gerektiğini vurguluyor. Irkçı saldırılar gibi süreci rayından çıkarabilecek provokasyonları önlemek için Kürtlerin anayasal yetkiye sahip tarafsız uluslararası gözlemcilerin varlığı için çağrıda bulunması elzemdir.
Hangi hükümetle barış yapacağınızı seçemezsiniz. Sağcı ya da solcu olabilir. Kolombiya’da barış sağcı bir hükümetle yapıldı. Ancak barış sürecinin ve bir halkın özgürlüğü meselesinin anayasal koruma altına alınması konusunda ısrarcı olabilirsiniz ve olmalısınız. Türkiye uzun zamandır darbelerin ya da sağcı ve aşırı sağcı partilerin egemenliği altında yönetiliyor. İster Kemalistler ister İslamcı muhafazakârlar ya da aşırı milliyetçiler olsun, bu aktörler her zaman gerçek gücü ellerinde tutmuşlardır.
Türk milliyetçiliği ethosuyla şekillenmiş bu kesimle barışmanın kolay olmayacağını kabul etmeliyiz. Elbette Kürtler arasında, onlarca yıl süren şiddet ve sömürgeci baskı nedeniyle bilinçaltında travmalar tetiklenmiştir. Bu durum göz ardı edilmemelidir.
Bu nedenle en önemli ilk adım hükümetten gelmelidir: bölgeyi askerden arındırmak. Ardından, hükümet tarafından atanan kayyum uygulamasına son vermek ve siyasi tutukluları serbest bırakmak gibi askeri olmayan, sivil siyasi angajmanların önünü açmak. Devlet her anlamda askeri güç kullanımından vazgeçmelidir. Şiddetsiz bir ortamı garanti altına almak için acil adımlar atılmalı ve uluslararası delegasyonların, kurumların ve aktörlerin katılacağı uluslararası bir barış konferansının bu sürece büyük katkı sağlayacağına inanıyorum.
Devlet tarafından atanan kayyumların kaldırılması, koruculuk sisteminin lağvedilmesi ve 15 Temmuz darbe girişiminden sonra çıkarılan ve olağanüstü hali andıran yasaların kaldırılması da hayati önem taşımaktadır. En önemlisi, silahların susmasıyla başlayan çatışma sonrası dönemin anayasal güvence altına alınması, Türkiye tarihindeki en anlamlı demokratik tepkilerden biri olabilir.
Bu noktadan sonra süreç kaçınılmaz olarak dil hakları, kimlik, eşit vatandaşlık ve ademi merkeziyetçi bir yerel yönetim modeli gibi daha geniş taleplere doğru evrilecektir.
Ancak asıl soru şu: Türk devleti barışmaya gerçekten hazır mı?
Henüz net olarak tanımlanmış bir adı bile olmayan bu süreç doğal olarak psiko-politik riskler taşıyor. Kimsenin arzu etmediği bir senaryo olan işlerin her an tersine dönebileceği tedirginliğinin ötesinde, yeni çatışmalara açık bir süreç. Bu, geçmiş deneyimlere dayanan bir sonuç olmakla birlikte, devletin henüz ciddi ve güvenilir bir siyasi adım atmamış olmasıyla da derinden bağlantılı.
Daha önce de belirttiğim gibi Kürtler doğal olarak devlete, yasalarına, kurumlarına ya da mekanizmalarına güven duymuyor. Bu güvensizlik, süreç pratikte gerçek bir işlevsellik göstermediği sürece devam ediyor. Tarihsel olarak devletlere güvenmek için bir temel yoktur. Ne yazık ki dünya tarihi bunun çok fazla örneğini sunmaktadır. İlla ki ‘devlete güvenmeliyiz’ demiyorum. Söylediğim şey, bu konunun gerçekten toplumsallaştırılması ve kurumsal bir çerçevede güvence altına alınması gerektiğidir.
Bu, Lozan Antlaşması’ndan bu yana devam eden bir süreçtir. Kökleşmiş bazı paranoyaları kırmak için belki de ilk ciddi adım bu gerçeği tam olarak anlamaktır. Kürtlerin devlete güvenmemesine neden olan yüzlerce şiddet uygulaması ve sömürge deneyimi var ve bu uygulamalar bugün de devam ediyor.
Tüm bunların ışığında, “Fesih neden ilan edildi?” ya da “Kürt Hareketi silahlı mücadeleye neden son verdi?” soruları muhtemelen çokça tartışılmaya devam edecek. Hatta bazıları bu sürecin barışa evrilme ihtimaline bile karşı çıktı. Bu pozisyonlar nasıl ele alınmalı?
Benim görüşüme göre, bu tür muhalefete karşı basitçe bir duruş geliştirmek yerine, tüm Kürt dinamiklerinin demokratik bir şekilde duyulmasını sağlamak çok daha önemlidir. Aynı zamanda Türk toplumunda var olan siyasi paranoyanın giderilmesi için de çaba sarf edilmelidir.
Elbette garip ve alışılmadık bir dönemden geçiyoruz. Hem Türk hem de Kürt tarafında, silahların bırakılmasına garip bir şekilde karşı çıkan ve şu anda aynı kampta yer alan iki azınlık grubu olduğunu dikkatle gözlemledim. Birincisi, Türk toplumunun Kürt karşıtlığından çıkar sağlayan ve ırkçılığı ideolojik bir görev olarak benimsemiş bir kesimi. Diğeri ise devlete güvenmeyen ve PKK’nın hiçbir resmi talepte bulunmadan silah bırakma kararına karşı çıkan ya da sadece Kürt Hareketi’ne düşmanlıklarıyla bilinenlerden oluşuyor.
Kürt Hareketi silahlı mücadele verirken bile ona karşı olan bu gruplar, bugün halkın kendisi barışı desteklerken ve savaşı reddederken bile ona karşı çıkmaya devam ediyor. Her gün sosyal medyayı uzman pozlarında aşırı yorumlarla dolduruyorlar. Yine de bunun doğal bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Bu süreç kaçınılmaz olarak birçok farklı dinamiğin tartışmasıyla ilerleyecektir.
Bu tartışmalar bize hiçbir şeyin kesin olarak siyah ya da beyaz olmadığını gösteriyor. Arada sayısız ton var, siyasi gerçekliğimizi daha iyi anlamamıza yardımcı olan canlı ve gri bölgeler var. Bir tarafta Kürt karşıtlığı üzerine yetiştirilmiş bir toplum var. Diğer tarafta ise bu nefretin altında nefes almaya çalışan, sisteme olan güvenini tamamen yitirmiş bir Kürt toplumu var.
Bu iki grup içinde ve arasında doğal olarak en yoğun tartışmalar yaşanacak. Bugün İsrail’de gördüğümüze benzer şekilde, tüm İsrailliler savaşı desteklemiyor. Sokaklarda her gün protesto gösterileri düzenleyen ve aşırı ırkçılara karşı sesini yükselten, Filistinlilerle birlikte yaşama arzusunu dile getiren büyük ve görünür bir muhalefet hareketi var.
Bunun, zamanımızın küresel duygusal iklimini yansıttığına inanıyorum. Küresel aşırı sağa meyilli otoriter rejimler çağında yaşıyoruz. Bu dönem, faşizmin toplumlar arasında bir kez daha kurumsallaştığı bir dönemdir.
Türkiye’de son on yılda yaşananlara baktığımızda, demokratik bir ülkede yaşamadığımız çok açık. Dolayısıyla Kürt sorununu tartışırken öncelik, birilerinin siyasi ya da kurumsal kırılganlığına zarar vermekten kaçınmak olmamalıdır. Öncelik, sömürgecilik nedeniyle kanserojen hale gelmiş bir sorunu iyileştirmeye yönelik radikal, kurumsal ve toplumsal pratikler ve güvenceler geliştirmek olmalıdır.
Günümüzün sisli siyasi ikliminde çok görünür olmasa da Türkiye’de barıştan yana olan ve diyalog kurmak isteyen çok sayıda insan var. Sırrı Süreyya Önder bunlardan sadece biriydi. Aynı şekilde, mücadelenin yeni aşaması da muhtemelen buna göre şekillenecektir.
Kürtler arasında, Kürt Hareketi’nin arzulanan toplumsal barış ihtimalini gördüğüne ve bu nedenle kendisini tek taraflı olarak feshettiğine inanmak istemeyenler de olacaktır. Bu da Kürt toplumunun kendi içinde tartışılması ve yüzleşilmesi gereken bir siyasi durum gibi görünüyor. Örneğin tüm cephelerden gelen çok olumlu tepkilere rağmen Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), Demokratik Birlik Partisi (DUP) vb. Bu sürece katkıda bulunmaya hazır olunduğuna dair açıklamalar yapılırken, sosyal medyadaki söylem, muhtemelen bazı psişik-romantik kırılmalar nedeniyle başka bir şeyi yansıtıyor gibi görünüyor.
Türk paranoyası tetiklenirken, Kürtler sisteme karşı derin bir güvensizlik yaşamaya devam ediyor. Türk toplumunun Kürt fobisi ve nefretiyle şekillenmiş kesimleri, özellikle de aşırı sağda yer alanlar, milliyetçi zihniyetlerinin yarattığı psikolojik bariyerler nedeniyle bir barış sürecini destekleme eğiliminde değiller. Bunu sadece Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) atfen söylemiyorum, çünkü artık MHP’yi bile aşan yeni bir aşırı sağcı gençlik nesliyle karşı karşıyayız.
Özellikle Kemalist laiklerden yükselen inkârcılık, Ortaçağ Engizisyon mahkemelerinde hüküm veren rahiplerin imajını çağrıştıracak kadar dehşet vericidir. Patolojik bir şekilde Kürt meselesinin ne kadar karmaşık olduğunu gösteriyor. İşin ironik yanı, sömürgeleştirilen alan Kürt bölgesi iken, Türkiye’de “emperyalistler” (bu durumda sadece Amerikan karşıtlığı kastediliyor) tarafından parçalanan ve sömürgeleştirilenin Türkiye olduğunu iddia eden tuhaf bir paranoya üretiliyor ve bu da durumun ciddiyetini daha da kötüleştiriyor.
Bu noktada, sosyal medyanın kerameti kendinden menkul tarihçilerine değil, eğitim müfredatında yapılacak bir reformla Kürt sorununun tarihsel hafızasıyla derinlemesine ilgilenecek bilim insanlarına ihtiyacımız var gibi görünüyor. Çünkü bu sadece iki kurumsal yapı arasındaki bir mesele değil; ileriye giden yol ancak ilgili tüm siyasi ve toplumsal aktörlerin ortak inisiyatifiyle bulunabilir.
Eleştirilere rağmen PKK bu yeni süreci nasıl algılıyor? Gelinen noktaya ilişkin bakış açısı nedir?
Kürt Hareketi farklı boyutları olan çok yönlü bir dinamik: silahlı mücadele, toplumsal bir proje, ulusal özlemler ve küresel siyasette bir konum. Anladığım kadarıyla bu barış süreci sadece Türkiye çerçevesinde yorumlanmıyor; aynı zamanda daha geniş bir Ortadoğu’yu da kapsıyor.
Rojava’daki son gelişmeler, bu bölgenin özgürleşmesinin ve istikrarlı bir özerklik pratiğine kavuşmasının, Türkiye’deki Kürt sorununa anlamlı bir yanıt verme potansiyeline sahip olduğunu gösteriyor. Bazı toplumsal taleplerin artık farklı alanlarda barışla uzlaştırılması gerekiyor.
Kürt Hareketi çok açık bir şekilde şunu söylüyor: ‘Çatışmasız bir sivil barış ve ortak refah için gerekli koşulların oluşmasına yardımcı olmak amacıyla silah bırakıyorum’. Ancak bu, Thomas Hobbes’un Leviathan’ında olduğu gibi belirli özgürlükleri bir egemene teslim etmek anlamına gelmez. Bir hükümdarın çıkarı için özgürlükten vazgeçmek anlamına gelmez. Bu şu anlama geliyor: Kürt halkının barış arzusu ve şiddet koşullarının ortadan kalkması adına, sivil ve demokratik bir ortam için bu devlete karşı şiddet eylemlerinde bulunmaktan kaçınıyorum.
Başka bir deyişle, devletin şiddet ve cezalandırma yoluyla hükmeden saldırgan bir Makyavelist-Leviathan güç gibi davranmayı bırakıp hem kendi toplumuyla hem de Kürt halkıyla barışmasının zamanı gelmiştir. Kendi toplumuyla barışmak demek, on yıllardır Türk halkını nefretle, ‘iç düşman’ söylemiyle ve bitmek bilmeyen terör ilanlarıyla boyunduruk altına alan devlet egemenliğine son vermek demektir.
Bu, toplumun ruhuna ve pedagojisine kök salan, sosyal olarak kapsayıcı ve radikal bir şekilde demokratik bir süreci gerektirir. Devlet bunu kendi başına yapamaz. Devletin rolü, cezalandırma ve sindirme mekanizmalarını kalıcı olarak rafa kaldırırken bu süreci garanti altına almak olmalıdır.
Aynı zamanda, sizlerin de kabul edeceği gibi, savaş her iki taraftaki algılara da ciddi zarar verdi. Geride travmatik ve paranoyak bir tükenmişlik duygusu bıraktı. En basit örneği Bursa’da Bursaspor taraftarlarının Amedspor’a yönelik şiddet ve linç girişimleri bu işin kolay olmayacağının kanıtı.
Kürt sorunu, ekonomiden savaşa, toplumdan eğitime kadar bu ülkenin her damarından geçiyor. Kürt meselesinin çözümü, birbiriyle bağlantılı tüm bu alanların çözümüne de katkı sağlayacaktır. Ancak elbette bir statü ve eşit yurttaşlık sorunu olarak Kürt meselesi yeni bir mücadele biçimiyle devam edecek gibi görünüyor.
Demokratik sivil siyasetin önü açılırsa hem askeri hem de sivil vesayet ve otoriter kısıtlamalar kalkarsa, Kürtlerin travmalarını iyileştirebileceğine, Türklerin de paranoyalarıyla yüzleşebileceğine inanıyorum. Böylece, adı konmamış bu barış sürecinde ya da kırılgan toplumsal ortaklıkta patolojik bir muhalefete dönüşen aşırı milliyetçi kesimler için bile diyalog yolu açılabilir.
Elbette bu hiç de kolay değil. Aslında, silahlı direnişin ilk kıvılcımlarının ateşlendiği dönemden bile daha zor bir dönemde olabiliriz. Özellikle Suriye iç savaşı sırasında aktif olan cihatçı paramiliter grupları düşündüğümüzde, tüm cephelerde Kürtlere yönelik ezici bir nefret ve fiziksel saldırı dalgası var. Ancak öyle görünüyor ki Kürt Hareketi, taşıdığı hafızanın bilinciyle kendisini tarihsel bir eşikte konumlandırıyor ve alternatif bir mücadele tarzıyla toplumsal barışa giden yolu açmaya çalışıyor.
Derin bir hafızası olan bir hareket bu. Demek istediğim şu: Bu hafıza Bedir Han, Simko, Seyid Rıza gibi isimlere; Osman Sabri’den Musa Anter’e kadar uzanıyor. Aynı zamanda Wallerstein, Negri ve Bookchin’den de besleniyor. Belki de jeopolitik konumlanmayı dikkate almadan konuşanları bir kenara bırakırsak şunu söyleyebiliriz: PKK’nın tasfiyesi bir dönemin sonu olabilir, ama aynı zamanda, potansiyel olarak, onunla birlikte ortaya çıkan diğer alanlardaki rakiplerinin de sonu.
Şimdi belki daha geniş ve derin bir perspektiften sorunuza dönecek olursak: Türk milliyetçiliği etosu altında yüzyıllık bir inkâr ve şiddetin sonucu olarak ortaya çıkan Kürt sorunu artık yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Bu baskıya gerekli bir yanıt olarak silahlı mücadeleye başvuran örgütlü bir gücün, sivil ve demokratik çözüm yollarının önünü açmak için kendini feshettiği bir ana tanıklık ediyoruz.
Birçok kuşak gibi bu dinamiğin farklı evrelerine tanıklık etmiş bir sosyolog olarak şunu söyleyebilirim: PKK, yaygın bir destekle şekillenen, birçokları tarafından benimsenen, bazıları için duygusal olarak yankı uyandıran ve hatta bazı çevrelerde itirazlara neden olan bir hareket olarak ortaya çıktı, ancak yine de barışa yönelik güçlü bir temel arzuyu bünyesinde barındırıyordu. Kendisinden önceki pek çok Kürt hareketi ve geleneği gibi, bir halkın özgürlük arayışı ve eşit vatandaşlık talebini ifade ediyordu.
PKK, son 50 yılda, Osmanlı döneminden beri süregelen bu meselenin konumlandırılışını temelden yeniden şekillendirdi. Meseleyi dar, kronik “başarı ve başarısızlık” çerçeveleri ya da soyut jeopolitik kurumsal analizler üzerinden yorumlamaya devam eden tepkisel yaklaşımlar bu dönüşümün tam anlamını kavrayamamaktadır.
Herkesin sorduğu soru şudur: PKK neden tek taraflı olarak silah bıraktı ve devlet buna nasıl karşılık verecek? Duygusal tepkileri ya da PKK karşıtlığını dar milliyetçi duygulara indirgemenin ve Kürt Hareketi’nin pratiklerini ve özgürlük taleplerini görmezden gelmenin (ki bunlar eleştirilemez demek değildir), Kürtlük üzerinde münhasır bir sahiplik iddia ederken, anlamlı bir siyasi analiz ya da eylem açısından çok az şey sunduğu açıktır.
Barış iki silahlı güç arasında, denge ve hegemonya arasında gerçekleşir ve barış süreçleri her zaman ideal talepler doğrultusunda gelişmez. 2013’teki süreçle kıyaslandığında ve Türkiye’nin mevcut otoriter konumu göz önüne alındığında bile, soru ve eleştiriler kesinlikle geçerli olsa da bu son çağrının önemli bir kamuoyu desteği ile karşılandığı da açıktır.
Kürt halkı, 50 yıllık bir savaşın yorgunluğunun meselenin yeni bir okumasını gerektirdiğinin sinyallerini veriyor. Türkiye toplumu da bu yorgunluğun girdabına kapılmış durumda.
Bu coğrafyanın kadim bir halkı olarak Kürtler, yaşadıkları yerde herkes gibi sadece haklarını talep ediyorlar. Bu taleplerin aleni bir şekilde dile getirilmesinin ve ulus ötesi bir alana yayılmasının Kürt Hareketi’nin olağanüstü çabaları sayesinde mümkün olduğu açıktır. Bundan sonra da mücadele, daha güçlü tartışmalar, açık diyalog ve anayasal güvenceler yoluyla sivil alanda devam edebilir.
Sistem karşıtı bir hareket olarak Kürt siyasi yapısı, bizzat Kürt halkının rızası ve fedakârlığıyla bu süreci radikal bir şekilde başlatmıştır.
Fesih kararının ardından gündeme gelen bir diğer konu da mücadelenin sona erdiği algısının yaratılmaya çalışılmasıdır. PKK’nın 50 yıllık mücadelesi bu kararla gerçekten bitmiş midir?
Bir halk hareketi olarak PKK, toplumsal hareket, silahlı hareket, yasal siyaset, kültürel güç, sivil itaatsizlik ve entelektüel angajman gibi birçok alanda ve bileşende var olmaktadır. Bu dinamiklerin tarihini ve hafızasını da bünyesinde barındıran PKK, Kürt halkının toplumsal varoluşunun ve direnişinin kalesi haline gelmiştir. Şimdi yeni bir aşamaya geçiyor.
‘Son’ kelimesinin aşırı basitleştirilmiş bir formül olduğunu düşünüyorum. Sistem karşıtı hareketlerde mücadele dinamikleri fiziksel olarak değişir ama yok olmazlar. Kürt Hareketi de bir isyan hareketi olarak kurulduğu günden bu yana yok olmadı, yeni siyasi misyonlara girdi. Kendini eritirken bile var olmaktan çıkmıyor, mücadelenin gelişen dinamikleri içinde yeni alanlar yaratıyor.”
Evet, silahlı mücadele bitiyor olabilir ama bu Kürt özgürlük mücadelesinin bittiği anlamına gelmiyor. Bu, 1990’ların ortalarından bu yana silahlı direnişin sınırlarını uzun zamandır bilen ve meşru bir muhatap bulamayan bir siyasi yapı. Artık bu yapının yeni bir tür direniş ve toplumsal dönüşüm için bir laboratuvara dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Bu anlamda bazı riskler olsa da ben bu adımı olumlu görüyor ve umutlu olmak istiyorum. Pek çok kişi gibi ben de bu konunun bir öznesiyim. Linç edilen, işinden atılan ve zorla yerinden edilen Barış İçin Akademisyenler’den biri olarak sürgünün nasıl bir his olduğunu biliyorum. Ama aynı zamanda anavatanından koparılma deneyiminin tüm Kürtler tarafından paylaşılan bir gerçeklik olduğunu da biliyorum. Dolayısıyla elbette korkularımız ve endişelerimiz var.
Mücadelenin bu yeni aşamasındaki en kritik ilk adımlardan biri, bölgenin tamamen askerden arındırılması olacaktır ki bu da sürece önemli bir katkı sağlayacaktır. Yerlerinden edilen insanların evlerine dönmelerini sağlayacak siyasi adımların atılması, güçlü bir demokratik deneyime dayanan sivil itaatsizliğin yerleşmesine yardımcı olacaktır.
Artık silahların gölgesinde konuşmak yerine, Kürt sorununun özgürlük gramerini ve Kürtlerin sivil ve demokratik bir alanda eşit vatandaşlık statüsünü tartışabiliriz. Ve bunu devlet şiddeti, baskı ve kontrol katmanlarına rağmen söylüyorum.
Belki de farklı bir mücadele alanında ısrar etmenin, kültürel varoluşun kaynağı ve diplomatik bir araç olarak işaretlenen Kürt dilini güçlendiren bir siyasete odaklanmanın da zamanı gelmiştir. Dolayısıyla bu çözülme taleplerin yokluğu anlamına gelmiyor. Aksine, birçok talep zaten dile getirilmiş ve elde edilmiştir ve bu kazanımları güçlendirmek için yeni bir mücadele alanı açmaktadır.
Bu durum, devletin arzu ettiğinin ve bazılarının kullanmakta acele ettiği ucuz ‘yenilgi’ tanımlarının ötesine geçmektedir. PKK sonrası yeni bir kuşağın kendi deneyimini şekillendirmeye başladığı yeni bir dönemin eşiğinde duruyoruz.
PKK bir toplumsal hareket, bir direniş hareketi, bir örgüt ve bir kitle hareketi olarak Ortadoğu’yu, Kürdistan’ı ve Türkiye’yi dönüştürebilecek bir kolektif bilinç üretebilecek bir siyasi hat ve bir kuşak yarattı. Bu bir şeylerin bittiği anlamına gelmiyor. Aksine, henüz adı bile telaffuz edilmeyen bir barış sürecine bağlı zorlu bir mücadele başlıyor.
Sistem karşıtı toplumsal hareketlerde aktörler her zaman mücadele yöntemlerini değiştirirler. Silahlar hiçbir zaman amaç olmadı, onlar bir gereklilikti. Ve şimdi, bu karşı-şiddet yöntemini bırakıyorlar.
Kürt hareketinin 2000 sonrası dönemde geliştirdiği güçlü belediyecilik deneyimleri ve yasal siyasi temsilinin bugün Türkiye’nin üçüncü büyük muhalif gücü olması, PKK’nın kendini feshetse bile enerjisini yeni yollara kanalize edebileceğini gösteriyor.
Rojava’da 2012 yılında gerçekleşen devrimin ardından özerklik ve konfederalizm pratikleri Suriye’deki tek demokratik model haline geldi. Aynı şekilde Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin de yasal alanda şiddete başvurmadan alan açabilecek tabandan gelen bir demokratik inisiyatifin temelini oluşturacağı artık açık. Tüm risklerine rağmen bu sadece Kürt sorununun çözümü için değil, aynı zamanda Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle demokratikleşmesi için de elzemdir.
Tekrarlamak gerekirse ne Sayın Öcalan’ın sözleri ne de PKK’nın 12. Kongresi’nde alınan kararlar tamamen yeni değil. Özal dönemindeki benzer gelişmeleri hatırlayabiliriz. Burada söz konusu olan şiddete bağımlı bir örgüt değil, şiddeti bir araç olarak kullanan ve artık bu mücadelenin bir aktörü olarak kendini feshetme kararı almış bir örgüttür.
Bu, 1980’ler ve 1990’lar boyunca yaşananların eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulmayacağı anlamına gelmiyor. Aksine, Kürt sorununun tarihsel konumlanışını ve hafızasını görünür kılmış ve şiddeti sömürgecilik karşıtı bir çerçevede araç olarak ele almış bir siyasi yapıdan bahsediyoruz.
Bildiğiniz gibi PKK’dan önce birçok farklı Kürt ulusal siyasi deneyimi yaşandı. PKK’yı 1970’lerdeki hareketlerden ayıran şey, Kürt tarihinde ilk kez bu meselenin konumunu yeniden tanımlaması ve ulus ötesi bir boyuta taşımasıdır. Sınır ötesi bir gerilla hareketi ve kolektif bir toplumsal, siyasi ve kültürel hafızanın kurucu gücü haline geldi.
Örneğin Kürdistan Demokrat Partisi’ni (PDK) ele alalım. Altmış yılı aşkın bir süre silahlı mücadele verdikten sonra, 1990’larda Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ile birlikte siyasi kazanımlar elde etti. Bu durum Kürdistan’da federatif bir yapının önünü açmış ve çatışma sonrası bir dönemi başlatarak dekoloniyal bir hafızanın oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Bu anlamda Türkiye’deki Kürt hareketi geleneksel bir örgüt olmanın ötesine geçmiştir. Yarattığı kurumsal, sosyal, kültürel ve siyasi dinamikler sayesinde ulus ötesi ve uluslararası bir halk hareketine dönüşmüştür. Aynı zamanda sivil siyasetin önünü açıyor ve toplumsal diyaloğa zemin hazırlıyor.
Bu çözülme süreci aynı zamanda silahlı çatışmaya dahil olan taraflar için silahların çerçevesi dışında iletişim kurmanın mümkün olup olmadığını yeniden düşünmemizi gerektirmektedir. Bu noktadan itibaren konuşan silahlar değil, diyalog ve toplumsal barışa bağlılık tarafından yönlendirilen sivil siyaset olmalıdır.
Kongre bildirgesi sosyalistlere ortak mücadele için güçlü bir çağrı içeriyordu. Böyle bir iş birliği mümkün mü?
Ortak mücadele olasılığı her zaman vardı ve elbette hala da var. Asıl soru, Türkiye’deki sosyalistlerin buna hazır olup olmadığıdır. Ben ancak ‘yaşasın’ ya da ‘kahrolsun’ demeyi bıraktığımızda, yani slogan ve ajitasyonun ötesine geçip mücadele alanlarına girdiğimizde, sokakları barış ve toplumsal dayanışma alanlarına dönüştürdüğümüzde ortak mücadele alanının kendiliğinden ortaya çıkacağına inanıyorum.
Rojava’ya bakın. Ortak mücadele alanı var. Şiddete, otoriterliğe, faşizme karşı çok farklı dinamikler birlikte hareket ediyor ve bunların hepsi sosyalist ya da solcu değil.
Temel soru şu: Türk solu milliyetçi ve ulus-devlet merkezli girdabından ne zaman kurtulacak? Kürdistan’a Misak-ı Milli merceğinden değil de ortak vatandaşlık ve özerklik çerçevesinden bakabilirlerse, Kürtlerin özgürleşmesini gelecekteki bir devrime ya da uzak bir bahara ertelemeyeceklerine inanıyorum.
Bu noktada belki de tarihsel bir yörünge izlemek faydalı olacaktır. Belki de Kürt Hareketi’ni son radikal, isyancı, silahlı hareket olarak görmemiz gerekiyor. Buradan hareketle gerçek bir ortak mücadele alanının mümkün olup olmadığını sormalı ve bu sorunun cevabını sahaya bırakmalıyız.
Her şeyden önce Kürtlerin kendilerinin ortak mücadele konusunda kolektif bir karara varmaları elzemdir. Doğal olarak bu alan Türk, Arap ve Fars demokrat ve solcularla etkileşim içinde olacaktır. Ya da başka bir deyişle, 1960’lardan bu yana KUK, Rizgarî, Kawa, DDKO, DDKD, PSK ve TKDP gibi birçok Kürt hareketini içeren uzun bir siyasi tarihe bakıyoruz. Ancak son 45 yıldır bu Kürt tarihi PKK aracılığıyla ileriye taşınıyor. Ve şimdi, bu hafıza içinde, silahlı mücadelenin sonuna geldik.
Kürt Hareketi, 1970’lerin darbe sonrası kuşağının ruhundan doğdu; bu kuşak, sistem karşıtı toplumsal ve siyasi hareketlere yol açan askeri şiddet tarafından radikalleştirildi ve bastırıldı. Tıpkı Deniz Gezmiş’in Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Mahir Çayan’ın Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ya da İbrahim Kaypakkaya’nın Türkiye Komünist Emek Partisi/Marksist-Leninist (TİKKO) gibi, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) ile Sovyet, Çin ve Guevarist devrimci geleneklerden büyük ölçüde etkilenen dönemin Kürt gençleri, Kürdistan halkının sömürgecilik karşıtı özgürlüğüne inanarak bir yola çıktılar.
Komplo teorilerini bir kenara bırakırsak, Kürt Hareketi 1968 kuşağının en radikalleşmiş fraksiyonu tarafından oluşturulmuş, Filistin direnişinin ruhuyla, Cezayir ve Vietnam’daki sömürgecilik karşıtı mücadelelerle şekillenmiş ve entelektüel olarak Abdullah Öcalan ve yoldaşları Hakî Karer, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Sakine Cansız, Rıza Altun, Ali Haydar Kaytan ve Cemil Bayık gibi isimler tarafından yönetilmiştir. Türkiye’nin şehirlerinde, dönemin sosyalist mücadelelerinden derin ilham alan bir öğrenci kuşağının etkisiyle doğmuş bir hareketti.
Bu oluşum sadece 1980 askeri darbesinin travmasından ya da Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerden kaynaklanmıyordu. Aynı zamanda 20. yüzyılın başından bu yana, özellikle de 1960’lardan sonra ivme kazanan tüm Kürt siyasi akımlarının birikmiş hafızasının bir sonucuydu.
Kürt siyasi hareketi bir dönüşüm alanı, Kürt bölgelerinde uzun soluklu bir değişimin yuvası haline geldi. Geçmişteki tüm Kürt ayaklanmalarının toplamı ve sonucu olarak radikalleşti, Kürt toplumunun kılcal damarlarına kadar uzanan sistem karşıtı bir silahlı mücadeleye dönüştü ve nihayetinde küresel siyasi sola katıldı.
Geniş bir sosyo-politik haritaya ve sınır ötesi uluslararası ağlara sahip, dünyanın en büyük silahlı hareketlerinden biri haline geldi. Hareket Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Doğu Asya’ya, Topraksız İşçiler Hareketi’nden Zapatistalara kadar pek çok toplumsal ve siyasi mücadeleyle bağlar kurdu. Dikkat çekici bir şekilde, bugün güçlü bir halk hareketine dönüştü.
Bu sosyolojik ve jeopolitik bir olgu, bir gerçeklik. Son elli yılda, modern çağın en çok tartışılan, direnilen ya da hayranlık duyulan dinamiklerinden biri haline geldi. Wallerstein’ın 2000’li yılların başında verdiği derslerden, Kürt Hareketi’ne nasıl yakın ilgi gösterdiğini ve onu Avrupalı filozoflardan ciddi bir analiz talep eden sistemik bir muhalefet gücü olarak gördüğünü hatırlıyorum.
Klasik siyasi hareket çerçevelerinin çok ötesinde bir şeyden, kendi ritimleri, hafızaları ve tarihsel döngüleri olan bir olaylar bütününden bahsediyoruz. Elbette Wallerstein’ın tanımladığı şey, Terence K. Hopkins ve Giovanni Arrighi ile birlikte yazdıkları kitaplardan farklı değildi.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra yeniden önem kazanan bu çerçevenin temel iç görüleri, 1789 Fransız Devrimi ile 1968 ayaklanmaları arasındaki tarihsel dinamikleri analiz ediyordu. Ve birçok açıdan bu dinamiklerin Kürt siyasi hareketi için de geçerli olduğuna inanıyorum, özellikle de sınıf temelli özgürlük mücadeleleri bağlamında. (Wallerstein o dönemde Kürt Hareketini yakından takip ediyordu). Onun sistem karşıtı hareketlere ilişkin analizinden en net anladığım şey şuydu:
Sistemik muhalefetin (burada kapitalist sisteme atıfta bulunulmaktadır) temel unsurlarından biri, egemen siyasi kurumları eleştiren bireylerin, grupların veya siyasi hareketlerin alternatif yönetim modelleri sunabilmesidir.
Bu nedenle, PKK gibi bir siyasi kitle hareketini analiz ederken, onu hem silahlı bir direniş hareketi hem de toplumsal bir hareket olarak iki şekilde ele almak gerekir. Çünkü bu dinamik var olduğu coğrafyalarda aynı zamanda kapsamlı bir toplumsal proje de sunmaktadır.
Sistem karşıtı bir güç olarak Kürt Hareketi, yalnızca Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) merceğinden okunamaz. Sömürgeci sisteme sınıf temelli bir eleştiri getirdiği kesin olmakla birlikte, bir dizi sistem karşıtı öneri de sunmaktadır. Kökleri sosyalist geleneğe dayanan bu hareket, tarihsel kapitalizmin mevcut aşamasına ve sürdürdüğü küresel sisteme yönelik ciddi eleştiriler sunarken, temel bir iktidar biçimini de savunmaktadır.
İşte bu nedenle, bugün, küresel solun bu kadar mağdur olduğu ve güçlü bir söylemi ifade etmekte zorlandığı bir dönemde, bu ilkeyi yeniden sahipleniyorlar: “Sosyalizmde ısrar etmek, insan olmakta ısrar etmektir.”
Bu haliyle Kürt Hareketi, Osmanlı döneminden bu yana aktarılan bir hafızaya dayanan direnişleri (serhildanları) örgütlemekle ya da Kürt halkına siyasi bilinç kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda uzun soluklu bir ulusal direniş mücadelesinin ötesine geçerek onu ulus ötesi bir güce dönüştürdü. Bunu yaparken de küresel siyasi meselelerin Kürt bölgelerinde toplumsallaşmasına katkıda bulunmuştur.
Bugün Kürdistan’ın birçok yerinde kadın hareketi bu kadar güçlüyse ya da ekolojik tartışmalar hayatımıza derinlemesine nüfuz etmişse, özerklik, demokratik belediyecilik deneyimleri, kültürel faaliyetler ve önemli felsefi tartışmalar (bu sadece benim değil, Chomsky, Negri, Graeber, Hardt ve Zizek’in de görüşüdür) Kürt ulusal alanını aşıp dünyaya ulaşmışsa, bunda Kürt Hareketi’nin çok güçlü bir etkisi olduğu açıktır.
Kürt Hareketi, köklerini Sovyet ve Çin deneyimlerinden almasına rağmen, bu modellere yönelttiği sert eleştirilerle kendine özgü sistem karşıtı ve anti-kapitalist bir alan yarattı. Örneğin Rojava’ya sunduğu devrimci dönüşüm arzusu ve küresel sola yaptığı inanılmaz katkı bugün de etkisini sürdürüyor.
Rojava bölgesinde Baas diktatörlüğünden kurtarılan alanlarda kurucu iktidar yapısı üzerinden geliştirilen diyalog ve özyönetim ve özgürlük imkânları bu siyasetin çok katmanlı doğasını ortaya koyuyor. Bu durum, ortak diyalog ve mücadelenin ancak eşit ve ortak zeminlerde hareket edildiğinde mümkün olabileceğini açıkça göstermektedir.
Türkiye solunun, özellikle de büyük çoğunluğunun, paternalist ‘ağabey’ söylemini terk etmesi ve Kemalizm ve Stalinizm gibi ideolojilerle yüzleşerek eşit zeminde ortak mücadele için gerçek ittifaklar kurması gerektiği oldukça açık görünüyor. Elbette hem Kürt Hareketi’nin hem de Türk solunun eleştirilebilecek pek çok noktası var. Ancak inkâr edilemeyecek kadar açık olan bir şey var: Kürt Hareketi sıradan bir hareket değil. Sadece bir silahlı mücadele hareketi olarak anlaşılamayacağı da açıktır.
Michael Hardt, Ekim 2024’te Bianet’e verdiği bir röportajda, sorunuza katkıda bulunduğuna inandığım şu ifadeleri kullanmıştır: “Kürt hareketi dünya çapındaki hareketler için bir ilham kaynağıdır.” Bunu hafife alarak söylemiyor ve bunu söyleyen tek kişi de o değil. Murray Bookchin, David Graeber ve Antonio Negri gibi isimler, vefatlarından önce ve Slavoj Žižek farklı zamanlarda benzer görüşleri dile getirmişlerdir.
Bazı aşırı Oryantalist yorumlara veya aşırı yorumlayıcı eleştirilere başvurma riskini göze alarak, Kürdistan’daki isyan tohumlarından doğan Kürt siyasi hareketinin küresel ağının artık bu sınırların çok ötesine genişlediğini vurgulamaya çalışıyorum.
Kürt Hareketi, Kürt bölgesindeki örgütlü devrimci potansiyelinin ötesinde, Rojava ve Bakur’da (Kuzey) toplumsal/zihinsel bir devrim de gerçekleştirmiştir. Bir toplumsal barış projesi sunmuş, toplumsal sözleşmeyi hayata geçirmiş ve ikinci adım olarak uluslararası dayanışmayı genişletmiştir. Bu dinamik, felsefi ve siyasi katkılarını konumlandırmamızı sağlayan bir sentez kurabilmiştir.
1990’larda Dağ, Marksist-Leninist ideolojiye bağlı klasik bir gerilla merkezi olarak görülüyordu. Ancak bugün Hareket dünyanın dönüşümünü anlamış, onun içinde mücadele ediyor ve işçi sınıfının gücünü kabul eden bir toplumsal sözleşme yaratıyor. Yüzden fazla belediye, eş başkanlık kurmuş ve eşitlik temelli bir yapı oluşturmuştur.
Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi iktidarı ele geçirmeye çalışan avangart bir grup ya da parti değildir. Bunun yerine, bu modeli eleştirel bir şekilde analiz ederek sistem karşıtı kitlesel bir harekete, geniş tabanlı bir toplumsal direniş hareketine dönüşmüştür. Artık silahlı ayaklanmaların ötesine geçmiş, isyancı bir direniş grubu olmaktan çıkmıştır. Silahlarını bırakmış ve başkalarıyla ilişki kurmaya çalışan bir toplumsal dinamiğe dönüşmüştür.
Gerçek şu ki, özerk komünler için bölgesel koordinasyon organlarının oluşturulması, demokratik ve komünal yönetim konseylerinin kurulması gibi bu deneyimler yaygınlaştıkça, PKK’nın tasfiyesi ile bu pratiklerin yaygınlaşması arasında açık bir bağlantı var.
Sivil deneyimlerin, kooperatiflerin veya kültürel faaliyetlerin yaygınlaşması ve 1990’lara kıyasla kamusal alanda ve toplumda daha güçlü bir siyasi bilincin ortaya çıkması, geri kazanılan Kürt bölgelerindeki birçok farklı siyasi deneyim (kadın hareketi, kolektif çalışma modelleri, yerel yönetimler, mahalle örgütlenmeleri vb.) Ayrıca Rojava’da toplumsal diyaloğun adalet sistemine, arabuluculuğa ya da cezaevlerine dayanmadan kurulmaya çalışılması, sağlık ve alternatif pedagoji üzerinden ilerleyen bir eğitim sisteminin geliştirilmesi, tüm bu unsurlar bu yeni dönemde karamsarlık yerine umutlu kodlar yaratıyor.
Sizce Kürt Hareketi artık gücünü ve dinamiklerini farklı alanlarda da ortak mücadele anlamında gösterecek mi?
Kesinlikle, tam da bu tür bir kapasiteden bahsediyorum. Ortak mücadele alanının sadece Kürt sorununun tanınmasından ibaret olmadığını da eklemek isterim. Konumlanma kesinlikle önemli olmakla birlikte, ırkçılık karşıtı, anti-faşist ve radikal demokratik politikalar etrafında inşa edilecek ortak bir dil ve dayanışma alanı Kürt direnişini yepyeni bir düzeye taşıyabilir.
Örneğin, kadın cinayetlerine, ekolojik yıkıma, emek sömürüsüne ve işçi ölümlerine Kürt Meselesinin sömürgeci bağlamı üzerinden yaklaşıldığında, Kürt meselesinin iktidardakiler karşısında aynı zamanda bir sınıf meselesi olduğunun farkına varmak kolaylaşır. Ve buradan ortak mücadele inşa edilebilir. Aksi takdirde, Kürt sorununu devrim sonrası bir geleceğe erteleyen, hala bir halkın özgürlük meselesi olarak göremeyen siyasi aktörlerin, ortak yaşamın ya da diyaloğun geleceğine dair söyleyecek çok fazla sözü olacağını düşünmüyorum açıkçası.
İhtiyaç duyulan şey geleneksel ortodoks solun, kendisini sadece sınıf üzerinden değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet, ekoloji, soykırım hafızası, Kürt sorunu ve diğer mikro kimlikler üzerinden konumlandıran yenilenmiş bir sınıf okumasına dayanan bir mücadele biçimi oluşturmasıdır. Stalinist ya da Maoist yaklaşımları kastetmiyorum, daha ziyade sınıf temelli yeni bir çerçeveye ihtiyaç var. Bu gelecekteki bir ana ertelenmemeli, şimdi başlamalıdır. Böyle bir adım yeni bir siyasi ortaklığa giden yolu açabilir. Aynı zamanda bu yaklaşım Türkiye solunun sağcı, nasyonal-sosyalist ya da Kemalist eğilimlerden uzaklaşmasına da yardımcı olabilir.
Solun, örneğin 19 Mayıs’ın aynı zamanda Pontus Rumlarının katledildiği tarih olduğunu kabul edebileceği bir tür hesaplaşmadan bahsediyorum. Ancak sahadaki aşırı milliyetçi, gerici yorumlar ve hala ulusal bölünme paranoyasına kapılmış bazı sol oluşumlar buna engel oluyor.
Örneğin kadın cinayetlerini ele alalım, sayılar her geçen gün korkunç oranlarda artıyor. Kürdistan’da devlet onaylı şiddet katmanlarının altında paramiliter güçlerin (köy korucuları) ya da güvenlik aygıtının izlerini görüyoruz. Rojin Kabaiş olayında genç kadınların nasıl kaçırılıp öldürüldüğünü, üniversite öğrencilerinin, çocukların nasıl öldürüldüğünü gördük.
Belki de bu yeni dönemin, bu yeni siyasetin dili, tüm bu alanları dikkate alan bir mücadele etrafında inşa edilmelidir. Örgütlenme bu gerçekliklerden, sokaklardan çıkmalı ve bir direnme gücü yaratmalı. Hak, hesaplaşma ve adalet arayışı sokaktan parlamentoya ya da yerel yönetimlere taşınmalı ama kökleri hep sokakta olmalı.
Türkiye’nin Kürt bölgelerinde sömürgecilik karşıtı bir direniş süreci, Kürt Meselesinin konumunu yeniden tanımlayabilir ve çok açık bir şekilde solu da isyankâr, kurucu bir özne olarak hak ettiği yere geri döndürebilir. Ve elbette, bu direniş alanının içinden büyüyebileceği yeni bir hafızanın oluşmasına katkıda bulunacaktır.
Öte yandan, bakın, devletlere güvenmeyen biri olarak, sadece entelektüel kimliğimle konuşmuyorum; Kürtlerin Ortadoğu’da önemli değişimlerin eşiğinde olan son derece demokratik bir toplumsal proje ürettiklerini söylemeliyim. Kürt Hareketi’nin buna katkısını tekrarlamaya gerek olmadığını düşünüyorum. Devrimden sonra Rojava’daki ‘Toplumsal Sözleşme’ bu deneyimden doğdu; sadece bakmak bile yeterli.
Belki de sadece Türkiye’nin dinamikleri değil, Suriye ve Irak’ın da bu sürece dahil edilmesi gerekiyor. Bu sürecin yapıcı ve onarıcı olabilmesi için elbette devletin onarıcı adaletin harekete geçmesi için birtakım yasal adımlar atması, yasal güvenceler oluşturması, toplumsal barışın önemli ayakları olan birçok konuda uzlaşmayı mümkün kılması gerekiyor.
Kastettiğim en önemli süreçlerden biri Abdullah Öcalan ve diğer tüm siyasi mahkumların serbest bırakılmasıdır. Bununla birlikte Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ gibi kilit isimlerin ve legal siyasetteki diğer tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması sürecin siyaseten kurucu bir dinamiğe dönüşmesi için gereklidir.
Türkiye’deki Kürt Meselesi sadece bir şiddet aracının sona erdirilmesiyle ilgili değil; devlet ya da sömürge aygıtları tarafından kullanılan siyasi, sembolik ya da inkârcı şiddet parametrelerinin ortadan kaldırılması, Kürtlerin özerklik taleplerinin tanınması ve eşit vatandaşlık hakkıyla ilgili.
Belki de her şeyden önce, 2015 öncesi sürece dönmemek ve Kürtleri ve onların siyasi hareketinin aktörlerini damgalayan ‘terörizm’ dilinden ve bu bölücü, küçümseyici retorikten kaçınmak için işe dilden başlamalı, barışı dile dokumalıyız.
Dolayısıyla meseleye angaje olmayan, tekrar eden ırkçı dili bir kenara bırakmayan ve sömürgeci araçların aparatı olan güvenlik mekanizmalarından uzaklaşmayan her türlü yaklaşım zararlı olacaktır. Bu süreci daha güçlü ve onarıcı kılabilecek tek şey Kürtlerin talepleri üzerinden adaletin sağlanmasıdır.
Devlet adalet dağıtıcı değil, adaletin gerçekleşmesinde sadece bir araç olmalıdır. Adalet ancak taleplerin yerine getirilmesiyle ve yüzleşmeyle sağlanabilir.
Her iki taraf da sürecin sabote edilebileceği ihtimalinden bahsediyor. Kim sabote edebilir ve bunu önlemek için ne yapılabilir?
Dikkat ederseniz bu süreçte şiddeti en çok arzulayanlar, süreçten nemalanan militarist yapılar, bazı aktörler ve yukarıdan konuşmaya devam eden baskın beyaz ve ırkçı bir kesim. Bu gruplar bilinçli olarak kaos çıkarmaya çalışıyorlar. İstedikleri şey savaşın devam etmesi, çünkü konumlarını kaybetmekten korkuyorlar. Kana susamış canavarlar gibi şiddet ve nefretle besleniyorlar. Nihayetinde sürece yönelik en tehlikeli tehdit savaş diline geri dönülmesidir.
Her sınır boyunca askeri karakollar veya duvarlar inşa etmek yerine, silah stoklamak yerine, şu anda gerçekten gerekli olan şey, tüm sosyal duvarları yıkabilecek bir barış dilinin yasallaştırılmasıdır. Kurucu bir adım olarak bu çok önemlidir. Gerekli olan toplumsal barışın inşası, Kürdistan’da militarizmin tamamen tasfiyesi ve kamusal alanın tamamen sivilleştirilmesidir.
O halde demokratik bir sürecin işleyebilmesi için devlet tarafından atanan kayyumların görevden alınması ve belediyelerin Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ne (DEM Parti) iade edilmesi elzemdir. Bu adımlar aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ırkçılık ve faşizmden arınması için bazı imkânlar yaratabilir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Kavala’nın ve Gezi Parkı davası kapsamında tutuklu bulunanların serbest bırakılması, demokratik yeniden inşanın samimiyetine katkıda bulunacaktır.
Rousseau’nun toplumsal sözleşme kavramının üzerinden neredeyse iki buçuk asır geçmesine rağmen, özellikle de yanı başımızda Rojava’da olağanüstü demokratik bir toplumsal sözleşme varken, Türkiye’de devlete vatandaşlarına karşı görevlerini hatırlatmak zorunda olmamız son derece üzücüdür. Muhalifleri hapsetmek yerine, insanları dilleri ya da kimlikleri nedeniyle rehin tutmak yerine, bir kurum olarak devlet düzenleyici rolünü yerine getirmelidir.
Bakın, bugün Suriye’de yaşananları incelediğimizde, Esad diktatörlüğü döneminde ve sonrasında otoriterleşmenin sonuçlarına tanık oluyoruz. Mevcut geçici hükümet neredeyse tamamen ırkçı ve savaş suçlusu gruplardan oluşuyor. Bunlar, Esad döneminden çok da farklı olmayan, diktatörlük hevesleri olan gruplardır.
Bugün Alevi ve Dürzileri hedef alan katliam ve saldırıları, Kürtlere yönelik sürekli tehditleri, daha doğru bir ifadeyle tüm azınlıklara karşı ısrarla tehditkâr bir dil kullanılmasını, Arap Kemeri politikasının sürdürülmesini ve kadın haklarının açıkça göz ardı edilmesini göz önünde bulundurursak, üniter yapıda ısrar etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu ısrarın bir bölgeyi nasıl yıkıma götürebileceğini açıkça görebiliriz. Bu durum her iki aşamada da geçerli olmuştur.
Bu da gösteriyor ki demokrasi pratikleri devletten gelmiyor; sokak ve halk tarafından şekillendiriliyor. Dolayısıyla bu süreç devletin tamamen sivilleşmesi, kurumların demokratikleşmesi ve devlet aygıtının ırkçı ve mezhepçi politikalardan arındırılması anlamına gelmelidir.
Sadece Kürtlere güvenerek demokratikleşme yolunda adım atmak ve barışın yükünü sadece Kürtlerin omuzlarına yüklemek aslında sorunu saptırmak anlamına gelebilir. Asıl risk şu soruda yatıyor: Devlet otoriter iktidarından vazgeçmeyi reddederse ne olur? Yeniden savaş mı? Bu felaket olur ve geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş olur.
Bunu önlemek için Kürt Sorununun Kürt ellerini aşıp Türk toplumu içinde zemin bulması gerekiyor. Kürt halkı zaten sürecin farkında ve kendi örgütlü gücüne dayanarak silahsızlanma aşamasını dikkatle izliyor. Bu nedenle devletin elinde bir şantaj aracına dönüşen barış meselesini onun elinden alıp toplumsal bir meseleye dönüştürmek gerekiyor. Aynı zamanda Türkiye kamuoyunun da bu sürece dahil edilmesi gerekiyor. Kürt meselesini “terör”, çatışma ve nefret bağlamından çıkarıp yeni bir siyasi sürece oturtmak acil bir ihtiyaç alanı olarak görünüyor.
Birçok yanlış analizin aksine, Kürt Siyasi Hareketi sadece Kürtler için değil, dünyadaki diğer toplumlar için de bir kapı açmıştır. 1990’ların ortalarından itibaren sadece klasik gerilla pratiklerini değil, ekoloji, insanlık, feminizm ve doğaya yakınlık temelli tartışmaları da gündeme getirdi. Bugün küresel feminist hareketin merkezinde yer alan “Jin, Jîyan, Azadî” (Kadın, Yaşam, Özgürlük) sloganının kökleri 1990’larda Kürt kadın hareketi içindeki tartışmalara dayanmaktadır.
Açıkçası Stalinizm ve Maoizm’in katı, merkeziyetçi ve militarist pratiklerinden kopmak kolay başarılabilecek bir şey değildir. Ancak bu örnekte hareketin ideolojik ivmesini içeriden dönüştürenler özellikle kadınlar ve gençler oldu. Pratik anlamda Rojava’daki sivil kooperatif modelleri ya da belediye yönetim yapıları örnek olarak gösterilebilir. Kürt Özgürlük Hareketi bu anlamda belki de Türkiye ve Kürdistan’daki birçok sol deneyimden daha fazla sosyalist bir yolda ısrar eden ve enternasyonalist hareketlerle daha güçlü bağlar kurmayı başaran tek güç.
Bugün Latin Amerika’dan Doğu Asya’ya, Afrika’dan Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya kadar sistem karşıtı dinamiklerle güçlü ilişkiler sürdüren bir gelenekten, bir yapıdan bahsediyoruz.
Herkes Türk halkının yeni sürece hazır olup olmadığına odaklanıyor. Ancak 50 yılı aşkın bir süredir savaşın parçaladığı bir coğrafyada yaşayan Kürtlerin ne düşündüğünü kimse konuşmuyor. Kürtleri neler bekliyor ve neler yapılması gerekiyor?
Aslında mesele sadece elli yıl değil. Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan sömürgecilik çerçevesini düşünürsek çok daha uzun bir dönemden bahsediyoruz. Kürtlerin ne istediği ya da ne düşündüğü sorusuna gelince, bence bunun cevabı açık. Asıl sorun, genelleme yapmak istemesem de toplumun önemli bir kesiminin bunu hala kabul etmemesi gibi görünüyor. Kürtlerin kendi varlıklarını kendi terimleriyle tanımlama hakkını kabul etmemekte direnen, Türklük ve Sünnilik girdabından kurtulamayan bir kesim.
Yani Aleviler gibi Kürtler de kimsenin kendileri adına karar vermemesini, kimsenin kendileri adına konuşmamasını, kimsenin yaşam alanlarına müdahale etmemesini talep ediyor. Çünkü özgürlük kendi bedenlerine ait bir şeydir. Elbette son elli yıl, Kürtler ve Türkler arasındaki toplumsal dokunun derinden yırtıldığı bir döneme işaret ettiği için özellikle önemlidir. Bir yanda devletin inkârcı, baskıcı şiddet mekanizmaları; diğer yanda Kürt Hareketi’nin sömürgecilik karşıtı karşı-şiddet pratikleri, korku ve nefret ikliminin yaratılmasına katkıda bulundu. Dolayısıyla bu kolayca cevaplanabilecek bir soru değil.
O halde ne tür bir mücadele yürütmek gerekiyor? Bir yanda paranoya, militarizm ve ırkçı patolojilerle yetişmiş bir toplumu ikna etme zorluğu var. Bu konuda Türkiye soluna, aydınlarına ve demokratlarına büyük sorumluluk düşüyor.
Öte yandan ırkçılığın, nefret siyasetinin ve hatta linç kültürünün baskısı altında yetişmiş; sömürgeci şiddet, direniş ve kolektif travma ile şekillenmiş bir Kürt aleminden bahsediyoruz. Ve uzlaşmanın en güçlü savunucuları da tam olarak onlar. Bu nedenle bu soruya cevap vermek için beklememiz ve bu sürecin nasıl geliştiğini gözlemlememiz gerektiğini söyleyebilirim.
Sekiz nesilden daha uzun bir süreye yayılan bir şiddet sarmalından bahsediyoruz. Bu döngüyü durdurmak ve “haydut Kürtler “den “terörist Kürtler “e, yüzyıllık nefret söylemiyle, değişmeyen ırkçı söylemle yüzleşmek, kökten farklı bir ırkçılık ve faşizm karşıtı duruş gerektiriyor. Yine de her şeye rağmen bunun tarihi bir karar olduğunu, demokratik ve sivil siyasetin önünü açabilecek bir karar olduğunu söylemeliyim.
“Her şeye rağmen” diyorum çünkü devam eden militarizasyon süreci toplumsal travmanın en etkin araçlarından biri olmaya devam ediyor ve nihayetinde ortadan kaldırılmalı. Eklemem gerekirse, Kürtler arasında devlete yönelik haklı tereddüt ve güvensizliği de kabul etmeli ve Kürtlerin farklı siyasi alanlarda yaşadığı kafa karışıklığını anlamalıyız.
Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden sömürgecilik ve Kürt Sorunu, yüzleşmemiz ve çözmemiz gereken bir şiddet mirası olarak önümüze konmuş canlı bir bomba gibidir. 2015’teki Suruç ve Ankara Tren Garı katliamlarını unutamayız. Bugün aşırı Türk milliyetçiliği, emekli Kemalist generaller ve Türk ırkçılığı komplo kültürünü körükleyerek bu meselenin tartışılmasını zorlaştırıyor ve nefret söyleminin açtığı yaraları derinleştiriyor.
Bu nedenle silahsızlanma kararının ardından Kürtler arasında tedirginlik ve güvensizlik var çünkü devlet hala gerçek bir garanti sunmadı. Konuyu yasal çerçevede ele almaktan kaçınmaya devam ediyor. Sizin de kabul edeceğiniz gibi, bu meselenin tek tarafının Kürt tarafı olmadığı açıktır. Diğer taraf ise aşırı milliyetçilik ve paranoyaya saplanmış olan Türk kamuoyudur. Bu da artık dile, diyaloğa ve belirli pozisyonlarda uzlaşmaya hazır bir yaklaşıma odaklanmamız gerektiği anlamına geliyor.
Aşırı milliyetçiliğin duygusal dünyasında nefes alıp veren bir toplumda, farklı siyasi seslerin ve barış arzusunun açıkça ifade edilebileceği demokratik bir alanın nasıl inşa edileceğini sormalıyız. Bu, 1915’in ve Ermeni Soykırımı’nın mirasıyla yüzleşmeden, bu tarihi hatırlamadan (ve şimdi bana da “kripto Ermeni” diyecekler) ya da 1923’ün teknokratik ve Kemalist yapısının yarattığı paranoya ve aşırı ırkçı tepkiselliği kabul etmeden yapılamaz. Cevap, barışı örgütlemeye yönelik pratik çabalarda yatıyor.
Kürtçe müziğe yönelik saldırılar, kayyım döneminde onlarca seçilmiş belediye başkanının hapse atılması, öğrencilerin, Kürt siyasetçilerin ve diğer muhaliflerin cezalandırılması devam ettikçe, Cumhuriyet fobilerini aşamadıkça, Kürtçe anadil olarak tanınmadıkça ve barış sürecinde normalleştirilmedikçe, devlet kendi muhaliflerini fişlemeye devam ettikçe riskler hep var olmaya devam edecektir. Çünkü Kürt Sorunu sadece bir halkın özgürleşmesi değil, bu ülkede kökten demokratik bir yaşamın inşasıdır.
Bunu tarihsel referanslar üzerinden değil, bugün inşa edilmesi gereken demokratik ortak yaşam alanları üzerinden okumayı tercih ediyorum. Ve bu, barışa direnmeye devam eden nefret dolu, acılı, emekli faşist generallerle ilgili değil, aslında geçmişten miras kalan sivil vesayet rejiminin askeri ve otoriter kalıntılarıyla ilgilidir. Elbette bunda rol oynayan başka jeopolitik riskler de var.
Yine de Kürt Hareketi’nin Ortadoğu’daki mevcut konjonktürü doğru okuyan ve kendini buna göre konumlandıran az sayıdaki siyasi güçten biri olduğunu düşünüyorum. Bu da silahsızlanma ve demokratik sivil siyaset için alan yaratma kararına katkıda bulunuyor. Bu nedenle riskli, belirsiz ve kırılgan olsa da bu süreç, savaşmış ve şimdi silahlarını bırakmaya hazır olan aktörlerin gücüyle ilerliyor. Bir tarafın devrimci duygusal bağlılığı ve umutla ilerliyor.
Peki, Türkler meseleye hala sömürgeci bir zihniyetle mi yaklaşıyor, Kürtlerin ne istediği ve neden barışı savundukları hakkında gerçek konuşmalardan kaçınıyor mu?
İzninizle, bu düşüncemi bitirip sonra “Kürtler ne istiyor?” sorusuna geri dönmek istiyorum. Bence bundan sonra söyleyeceklerim bu soruyla yakından ilgili. Türk halkı, her gün milliyetçi sloganlar atmaktan öte, ortak bir coğrafyada ve ortak bir yaşamda ısrar eden Kürtlerle birlikte yaşama politikası oluşturmaya başlamalıdır. Bu, ırkçı aktörlere kulak asmadan, cesaretle barış ve diyalogu kucaklamak anlamına gelir.
Bu aynı zamanda tüm eğitim sisteminin ve müfredatın askerileştirilmesinden arındırılması ve ırkçılıktan temizlenmesi anlamına da gelir. Tek bir etnik kimliğe veya egemen bir dine atıfta bulunan her türlü dil, çocukların ders kitaplarından çıkarılmalıdır. Barış sürecinin gerçekten etkili olabileceği yeni bir Türkiye anlatısının önünü açmak için alternatif, kurumsal bir pedagojik yaklaşım getirilmelidir.
Diğer bir deyişle, Kürtçe eğitime izin verilmezse, otoriter, cinsiyetçi ve ırkçı eğitim devam ederse, sosyal diyalogdan değil, devlet otoriterliğinin devamından söz edeceğiz. Kürt sorunu, ırkçılık karşıtı bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Kürt sorununun çözümü, bu alandaki militarizmin ortadan kaldırılması, pedagojik yöntemlerle eğitimin demokratikleştirilmesi, ataerkilliğin ortadan kaldırılması ve müfredatın ırkçılık karşıtı temellere oturtulması anlamına gelir.
Bugün Türk entelektüellerinin topluma barışı anlatmak ve barışın inşasına yardımcı olmak gibi riskli ama hayati bir sorumluluk taşıdığı açıktır. Bu sorunlar şimdi cesur bir ırkçılık karşıtı tavırla ele alınmazsa, ne zaman ele alınacak? Uzun süredir darbeler, şiddet ve ırkçılık gerçekliği içinde var olan Türk Solu, hiyerarşik üslubunu, başkalarına tepeden bakma alışkanlığını terk etmeli ve bu süreci güçlü ve anlaşılır bir şekilde açıklamaya başlamalıdır.
Kürt Sorununun çözümüne katkıda bulunmak ve toplumsal barışın inşasına yardımcı olmak, barışın toplumun her kesimine yayılmasına da yardımcı olacaktır. Çünkü bu süreç, bu savaş ekonomisi, en çok işçilerin ve yoksulların evlerini yakıyor. Gerçekte barış, aynı zamanda bir sınıf meselesidir. Barış, ortak bir emek ekonomisinin yaratılmasına katkıda bulunacaktır.
Silahlı mücadelenin sona ermesinden bu yana, kimse Kürtlerden bahsetmiyor gibi görünüyor. Herkes Türk halkının endişelerine odaklanıyor, ancak ana akım medyada Kürtlerin bu konudaki düşünceleri hakkında hiçbir merak yok. Kimse şu soruyu sormuyor: Kürtler neden tedirgin?
Şunu söyleyeyim: Kürtlerin en iyi bildiği şey tedirgin olmaktır. Ben de dahil olmak üzere nesiller boyu her sabah milliyetçi yeminin gölgesinde, her akşam milli marşla eğitildik. Kürtler için bu derin bir travma kaynağıdır. Ermeni ve Alevi öğrenciler gibi cami merkezli din eğitimine zorlanan diğer topluluklar da otoriter, ırkçı ve dışlayıcı müfredatı kolektif bir travma kaynağı olarak yaşamıştır. Bu sorgulanmalıdır.
Bu nedenle Türkiye’de nadiren tanınan, yabancı muamelesi gören halklar her zaman huzursuzdur. Türkiye’nin gerçek anlamda demokratik, kapsayıcı ve çoğulcu bir toplum haline gelmesi için bu tartışmalar daha açık ve daha güçlü bir şekilde yürütülmelidir. Aksi takdirde, gazetecilik ve yönetim “terörizm” kavramına bağımlı kaldığı sürece bu sorun çözülmeyecek, daha da çürüyecektir.
Ve Kürtlere doğrudan ne istediklerini sormak yerine, bazıları Türk milliyetçiliğinin paranoyasından beslenen seslere güvenmeye devam ediyor. A Haber gibi bazı medya platformları veya seküler “Beyaz Türk” elitleri, konuyu hâlâ “terörizm” ve “ayrılıkçılık” olarak sunuyor, ancak bu tür bir çerçeveleme bölgede hiçbir anlam ifade etmiyor.
Bu süreç, Yılmaz Özdil, Tanju Özcan ve Ümit Özdağ gibi ırkçılardan değil, aynı zamanda Mehmet Metiner ve Şamil Tayyar gibi Kürt bölgelerinden gelen ve klientelist ve oportünist ağlar aracılığıyla kendilerine yer edinen figürlerden de bir kopuşu işaret ediyor. Ayrıca, platformları uzun süredir savaş retoriği ve mağduriyet anlatılarına dayanan birçok zehirli yazar ve kamuoyunda tanınmış kişinin düşüşünün de habercisi.
Bu isimler sadece ilerlemeyi engellemekle kalmamış, açıkçası bugün gördüğümüz aşırı paranoyak neslin oluşmasına da katkıda bulunmuşlardır. Son zamanlarda bazı AKP karşıtı mitinglerde görülen açık Kürt karşıtı duygular hiç de cesaret verici değildir. Böylesine derin ırkçı bir yapının toplumsal yükselişi, faşizme davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildir. Psikiyatrist Wilhelm Reich’ın Nazilerle ilgili olarak söylediği gibi: “Irk teorisi faşizmin icadı değildir; aksine, ırkçılık faşizmi doğuran psikolojik temeldir.”
Bu nedenle, ırkçılıkla hesaplaşmanın olmadığı sosyal katmanlarda uzlaşma neredeyse imkânsız hale gelir. Bu toplum kesimlerinde, Kürtlerin ne istediğiyle değil, kendi nefretleri aracılığıyla kendilerinin ne istediğiyle ilgilenen bir tür mazoşist patoloji iş başındadır.
Elbette, bu krizin başlamasında önemli rol oynayan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) içinde ilginç değişiklikler var. Ancak tarihsel hafızayı, faşizmin mirasını ve Kemalizm’e olan ısrarcı bağlılığı düşündüğümüzde, pek de iç açıcı bir tablo ortaya çıkmıyor.
Kürtler özgürlük istiyor, ama her şeyden önce, belki de bir ön koşul olarak, varlıklarının tanınmasını istiyorlar. Anadillerinde eğitim görmek, kamusal alanda dilini özgürce ve demokratik bir şekilde ifade etmek, kendilerini ilgilendiren konularda söz sahibi olmak ve dağlarına ve ovalarına dayatılan isimlerin, sloganların ve milliyetçi söylemlerin kaldırılmasını istiyorlar. Her sabah ve akşam “Ben Türküm, ne mutlu Türk’e” demek zorunda kalmak istemiyorlar.
Dekolonizasyon, bir bölgeyi, kültürel hafızasını ve dilini her türlü sömürge egemenliğinden kurtarmak anlamına gelir. Kürtlerin tüm bunların anayasal güvence altına alınmasını talep ettikleri açıktır. Bu konu, geçmişte olduğu gibi erteleme veya sulandırma politikasıyla ele alınmamalıdır. Ciddiye alınmalıdır. Tanıma ve hesaplaşma, ortaklığın temelleridir ve bunların anayasal haklar olarak nasıl güvence altına alınacağı konusunda zaten tartışmalar yapıyoruz.
Bölge, daha fazla karakol, sınır duvarları, asker yığınağı veya yoğunlaştırılmış militarizasyonla değil, insani ve yaşam merkezli siyasete yol açan demokratik bir süreçle askerden arındırılmalıdır. Anayasa demokratikleştirilmelidir. Irkçılık suç sayılmalıdır. Kürtlerin talepleri korkulmamalı, kapsayıcı, demokratik anayasal hukuk çerçevesiyle korunmalıdır.
Açıkçası, bu süreç Türkiye’de güçlü bir anti-ırkçı sosyal dinamiğin ortaya çıkmasını gerektiriyor. Bu, bu konuya gerçek bir ivme kazandırabilir. Çünkü bugün Kürdistan’da tanık olduğumuz şey sadece klasik sömürgecilik değil. Aynı zamanda yoğun asimilasyon (Kürt dilinin bastırılması, kültürel faaliyetlerin yasaklanması), ekonomik sömürü, ekolojik yıkım, yoksulluk, toplumsal travma ve kadınları ve çocukları hedef alan militarize, ataerkil şiddet de var.
Elbette bu önerilerin çoğu sadece makro düzeyde ilk adımlardır. Asıl iş bundan sonra başlıyor. Toplumsal barışın temel direklerinden biri adaletin sağlanmasıdır: Cumartesi Anneleri için, Roboski ve Uğur Kaymaz gibi öldürülen çocuklar için, Taybet Ana için, kadın cinayetlerinin kurbanları için, Suruç’ta, Ankara tren istasyonu katliamında ve daha pek çok yerde hayatlarını kaybedenler için adalet.
Öte yandan, bildiğiniz gibi, Türkiye’de birçok nesil nefret, ırkçılık ve aşırı milliyetçilikle zehirlenmiştir. Bunların çoğu şu anda bir tür toplu paranoya yaşıyor. Zafer Partisi gibi aşırı sağcı gruplar, nefretin yeminli tercümanları gibi hareket ederek, toplumsal nefreti canlı tutmak ve Kürtlere ve göçmenlere karşı düşmanlığı sürdürmek için sürekli propaganda yapıyorlar.
Irkçılık Türkiye’de hâlâ suç olarak tanınmamaktadır. Bu durum, toplumsal barışın cesaretle sürdürülmesi ve ırkçılığın anayasal olarak suç olarak tanımlanması gerektiğini göstermektedir. Ancak o zaman yabancı düşmanlığı politikasına karşı etkili önlemler alınabilir.
Irkçılık artık suç olarak kabul edilmelidir. Bu, Türkiye’nin köklü aşırı sağcı ve aşırı milliyetçi hafızasından kurtulmaya başlamasına da olanak sağlayacaktır.
Asimilasyon politikaları Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana devam etmektedir. Geçmiş dönemlere baktığımızda, asimilasyon açısından en etkili dönemin şu anki dönem olduğu açıktır. Ne tür bir kültür politikası izlenmelidir?
Asimilasyona karşı en güçlü panzehir, Kürt dilini her alanda desteklemek, Kürtçenin eğitim, ticaret, günlük yaşam ve kurumların dili haline gelmesine katkıda bulunacak girişimleri ısrarla talep etmek ve uygulamaktır. Örneğin Kürtçe kitapları ele alalım. Bu kitapların yayınlanması sorun değil, ancak okuyucu bulmak sorun olmaya devam ediyor. Diyarbakır’da (Amed) kitap fuarı düzenlenmesi elbette olumlu bir adım, ancak bu, entelektüel kesim dışında okuyucusu az olan bir dilin travmasını ironik bir şekilde yansıtıyor olabilir.
Bu nedenle, kültür merkezleri ve belediyeler, yazılı ve sözlü dil kursları sunmalı ve bu çabaların sorumluluğunu alan uzmanları görevlendirmelidir. Onlara alan yaratmak için her türlü destek verilmelidir. Aksi takdirde, Kürt sineması, kitapları, sanatı ve müziği gibi faaliyetler, daha geniş bir toplumsal dil politikası çerçevesinde yürütülmedikçe, asimilasyona karşı mücadele etmekte zorlanacaktır.
Herkes psikolojik bir rahatlık bulmak için Kürtçe müzik dinler, çocuklarına Kürtçe isimler verir veya apartmanlarına “Welat” gibi isimler takar, ancak bu eylemler Lacan’ın anlamında bilinçaltında gerçekten işlev görmez. Freud, içgüdüden bahsederken, kalıtsal, sabit eğilimlere atıfta bulunmuştur. Dürtülerden bahsederken, organizmayı bir hedefe doğru iten motor bir dürtüden söz etmiştir. Deleuze’nin de belirttiği gibi, dürtü bir duygu değildir, en güçlü anlamıyla bir izlenimdir, bir temsil değildir. Burada dürtü ile kastettiğimiz, kurumsal eylemler ve toplumsal izlenimlerdir.
Öyleyse, ırkçılığa maruz kalan, “Kıro” veya “Hanzo” gibi Kürt karşıtı hakaretlerle yaftalanan ve çocukluklarından beri hayatlarına müdahale edilen çocuklar hakkında nasıl konuşabiliriz? Bunu nasıl iyileştirebiliriz? Belki de her üniversitede “Tehlike Altındaki Diller Enstitüsü” veya Kürtçe çalışmaları merkezleri açmak yerine, Kürtçe eğitim veren üniversiteler kurmak ve alternatif pedagoji eğitimi almış aktörlerin gelişmesine izin vermek, Türkiye’deki sürece çok daha fazla katkı sağlayacaktır. Bu, belirli tarihsel hesaplaşmalarla daha etkili bir şekilde yüzleşmemize de yardımcı olacaktır.
Kürtçenin eğitim dili olduğu üniversiteler kurmak, sadece Kürtçe bölümleri veya “tehlike altındaki diller enstitüleri” açmaktan çok daha güçlü bir adımdır. Bu, sadece Almanya’da değil, Türkiye’de de gerçekleşmeli ve alternatif pedagojiler üzerine inşa edilmelidir. Elbette tüm üniversiteler otoriter baskılardan uzak, atanmış rektörler ve dayatılmış öğretim kadrosu olmayan özgür kurumlar olmalıdır. Asimilasyon sürecinde üç önemli aşama tespit edilebilir: kaynağa dönüş, sömürge baskısının yol açtığı içsel uyarılma ve ana dilin bastırılması. Asimile olan kişi, tatmin araçları yoluyla egemen dil ve kültüre entegre edilir. Bu, gönüllü asimilasyon değildir. Kürtçe baskı altındaki bir dildir. Zorlayıcı güçler tarafından düzenlenen zorla asimilasyon yoluyla Kürtler dillerinden mahrum bırakılmaktadır. Kürtçe, Türkçe gibi kamusal alanda özgürce var olabilmelidir.
Kürt müzisyenler sürekli sansüre maruz kalmaktadır. Kürt film festivalleri genellikle diasporada, çoğunlukla Batı’da düzenlenmektedir. Kürtler bunu kendi bölgelerinde özgürce yapamıyor mu? Almanya’da bir Kürt üniversitesi kuruluyor. Evet, bu mantıklı, çünkü diaspora Kürdistan’ın dört bölgesinden gelen Kürtlerden oluşuyor. Ama neden Diyarbakır, Tunceli (Dersim), Van, hatta İstanbul veya İzmir’de Kürtçe eğitim veren okullar veya üniversiteler yok?
Devletin uyguladığı çok katmanlı şiddeti doğrudan tanık olarak gördükten sonra, devletin ana dilimin sınırlarını denetlemekten vazgeçmesi gerektiği açıktır. Devlet ve toplum baskısından doğan ırkçı parametreler değişmelidir. Bu süreç ciddi psikolojik sonuçlar doğurmaktadır. İstanbul’da büyüyen benim neslim için bile dil travması yaratmıştır. Anadilini geç yaşta öğrenen biri olarak, bu zararı ilk elden yaşadım. Sanat alanındaki doktora araştırmamda, bu zararı ironik bir şekilde ‘Küçük Emrah’ figürü üzerinden inceledim.
Küçük Emrah, darbe sonrası Türk pop kültürünün bir figürü ve arabesk müziğin bir aktörü olarak, Türk kültür alanında Kürt bedenine yansıtılan acının sembolü haline geldi. Travmayı ve mağduriyeti temsil ediyordu. Elbette bu sembol artık geçerli değil; mağdur özneden alt öznelliğe bir geçiş yaşandı. Ancak yine de popüler kültürde yoksulluk ve yerinden edilmeyle şekillenen “kederli çocuk” figürünün, daha sonra göçmen Kürtlüğün travmasını yansıtmaya başladığı ortaya çıktı.
Bu, psikolojik ve mazoşist bir süreçtir. Ancak 1980’lerin ortalarından itibaren, direniş fırsatları sayesinde bu travma kırılmaya başladı. 1990’larda Kom Müzik’in girişimleriyle Kürt müziği coşkuyla ortaya çıktı. 2000’ler bahar mevsimi gibi çiçek açtı. Elbette, Arap müziği, yakılmış köylerden gettolara veya şehir kenar mahallelerine göç etmek zorunda kalan her Kürt işçinin kültürel ifadesi olmakla birlikte, Türk popüler kültüründe sadece bir sınıf konumunu temsil etmiyordu. Daha çok, Kürtçe müziğin hafızasını silme çabasının bir yansımasıydı. Türkçe arabeskler asimilasyon sürecine katkıda bulundu. Ancak 2000’li yıllardan sonra, buna karşılık Kürtçe söylenen bir tür Kürt arabesk ortaya çıktı.
Bilindiği gibi, Kürt halk kültürü 1990’ların ortalarında hem Türkiye’de hem de Irak’ta şekillenmeye başladı. Bugün ise tamamen farklı bir noktadayız. Mücadele ve yaratım bağlamı değişti. Artık dinamik, daha çok sömürgecilikten kurtulma mücadelesinde ve yaratıcılıkta yatıyor. Bu süreçler dikkatle izlenmeli ve kültürel ve sanatsal politikalar geliştirilerek desteklenmelidir.
Örneğin Mardin Bienali oldukça tartışmalı bir etkinliktir. Genelleme yapmadan belirtmek gerekir ki, Batı’dan gelenlerin çoğu, Kürt coğrafyasını yeni keşfedilmiş bir ada, turistik bir nesne olarak ele alan kolonyal bir bienal anlayışını sürdürmektedir. Ortak bir sanatsal ve politik bağlamdan kopuk olan bu dil, Kürt bölgesinin çeşitli dinamiklerini bir araya getirmekte başarısızdır. Tüm Ortadoğu’yu kucaklayabilecek kapasiteye sahip olan Mardin’in, Kürt aktörlerle iş birliği içinde bunu yapmaması anlaşılabilir değildir. Bu tür bienaller, yerel politik dinamikleri veya konjonktürü yansıtmamaktadır. Bunun yerine, Türk milliyetçiliği çerçevesinde faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Bugün, Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın bazı bölgelerindeki dekolonizasyon deneyimleri, Walter Mignolo gibi teorisyenlerin “dekolonizasyon estetiği” üzerine analizleriyle birlikte, Kürt bağlamına büyük katkı sağlayabilir. Dekolonizasyon estetiği gibi analizler, artık kıtalararası bağlantı çerçeveleri olarak işlev görüyor. Her şeyden önce, bu tür bienaller ve sanatsal çabalar, Kürtlerin kolonyal ve dekolonizasyon konumunu göz ardı etmeden, Cumhuriyet modernitesinin dışlayıcı doğasına meydan okumaya katkıda bulunmalıdır.
Mardin Bienali gibi önemli kültürel etkinlikler, güncel meselelerle yüzleşmekten çekinmemeli, aksine bunları daha da güçlendirmelidir. Müzelerin sömürgecilikten arındırılmasına yönelik küresel farkındalığın arttığı bir dönemde, bienaller de bu süreçten muaf kalamaz. Bu durum, Venedik Bienali’ni çevreleyen son tartışmalarda da açıkça ortaya çıktı. Pavyonların etnik bölünmesi ve sömürgeci hafızayla yüzleşmemek hâlâ belirgindir. Kolektif projeler açıkça yerel dinamiklerden şekillenir ve her kavramsal çerçeve bu temellerden gelişir. Sanatsal etkinlikler, sergiler, bienaller, sanat merkezleri kolektif hafızanın ve tartışmaların ifadeleri ve sonuçlarıdır.
Sonuç olarak, şiddet ve zorlamanın yerine barış ve diyalog dilini kurmak hayati önem taşırken, evde Kürtçe konuşan ancak okulda Türkçe öğrenmeye zorlanan bir çocuğun travmasını iyileştirmek sadece bir hukuk meselesi değil, Kürtçenin özgürlüğüyle de bağlantılıdır. Paulo Freire’nin yaklaşımından yola çıkarak, ezilenlerin pedagojisini inşa etmek için, bunu sınıf temelli sömürgeci egemenliğin bir sorunu olarak kabul eden yeni bir siyasi etik geliştirilmesi gerektiği açıktır.
Ölüm sarmalından yaşam merkezli bir varoluşa geçişte de riskler vardır. Bu riskler nasıl tanımlanabilir?
Gerilla savaşına katılan, yıllarca savaşan ve bugüne kadar savaş alanında kalanları en anlamlı şekilde destekleyebilecek şey, günlük hayata uyum sağlamalarına yardımcı olacak kurumsal destek sağlamaktır. Bu sadece psikolojik destek değildir, belki de psikolojik destek değildir. Bu kişiler muhtemelen inandıkları bir amaç uğruna savaşmışlardır. Onları yasal cezalarla veya siyasi hapis cezalarıyla tehdit etmek yerine, ihtiyaçları olan şey kendi hayatlarının kontrolünü ele almalarını sağlayacak yardımdır. İlk adım, onların kentsel hayata entegre olmalarına yardımcı olacak pedagojik girişimler ve ceza ve disipline dayalı yaklaşımların kesinlikle reddedilmesi olmalıdır.
Her iki tarafta da travmalar ve patolojiler olabilir. Uzun süre gerilla savaşçısı olarak yaşamış biri için, dağları terk ettikten sonra sıradan hayata geçiş ve kentsel topluma entegrasyon hiç de kolay değildir. Aynı durum askerler için de geçerlidir; Kürdistan’da uzun süre görev yapmış olanlar genellikle “Vietnam sendromu”nu anımsatan semptomlar gösterir. Fransa’da Cezayir Savaşı ile ilgili nöropsikiyatrik arşivler bulunmaktadır ve bu çatışmaya özgü “gerilla nevrozu” gibi tanılar belgelenmiştir. Bu benim uzmanlık alanım değil, sosyo-psikoloji alanına giriyor, ancak dikkat çekici bir nokta. Bildiğim kadarıyla, askerler arasında intihar oranları endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Türk ordusunda intihar oranı önemli ölçüde artmıştır, ancak bu gerçek kamuoyunda yansıma bulmamaktadır. Narsisistik çöküş, zayıflık hissi, libidinal gerileme, kaygı, gelecekten korkma, ölüm ve katliamlara maruz kalma gibi depresif sosyo-psikodinamik durumlardan bahsediyoruz.
Askerlik hizmeti, militarist bir kurum olarak, seçim süreçleri yoluyla en kırılgan kişilikleri eleyerek psikolojik açıdan savunmasız olanları dışlayacak şekilde yapılandırılmıştır. Ancak Türkiye’de kimse gönüllü olarak askere gitmez; askerlik zorunlu bir meslek olarak görülür. Bu durum, özellikle en savunmasız kişilerde psikolojik gerilimin görünürlüğünü hızlandırır. Askeriye içinde en yoğun olarak uğraşılan alanlar, ruh sağlığıyla ilgili olan RDM birimleridir. Teorik tanı diline girmeden, orduda çalışan ve ordunun içinden gözlemleyenlerin anlatımlarından, travma düzeylerinin son derece yüksek olduğu ve çatışma ve savaşın durumu daha da kötüleştirdiği açıktır.
Cezayir Savaşı, Vietnam Savaşı ve daha yakın zamanda Filistin’deki gelişmeler gibi sayısız tezin konusu olan tarihsel gidişata bakıldığında, çok sayıda psikolojik bozukluğun tekrarlayan bir örüntüsü vardır. Savaş sadece bir halk sağlığı sorunu değildir; şiddetle tetiklenen paranoyayı kalıcı bir psikolojik duruma dönüştürebilen travmatik bir güçtür. Bazı bireylerde ömür boyu süren anksiyete, depresyon ve travma sonrası stres bozukluğuna yol açabilir. Bu durumlar sonunda topluma yansıyarak sosyal güvensizlik, izolasyon ve hatta intihar gibi süreçlerin ortaya çıkmasına neden olur.
Bir kişinin zihinsel yapısı yalnızca yetiştirilme tarzı veya öğrenilen deneyimlerle şekillenmez. Bu yapı, çok sayıda katmandan, yaşanmış deneyimlerden, şiddete maruz kalma ve otoriterliğe boyun eğme gibi faktörlerden ortaya çıkar. Eğitim, psikoloji, aile, hukuk veya yaşam deneyimleri, bir kişiyi savaşın gerçeklerine hazırlayamaz. Savaşta kişi bir makineye dönüşür ve tamamen farklı bir travma alanına girer. Savaş, bireyleri duygusal olarak uyuşuk hale getirir, korku, şiddet ve çatışma katmanlarıyla şekillendirir.
Çoğu işlevsel psikoz ve karakter veya sosyal dengesizlikler, savaş bölgelerinde doğrudan yer almış kişilerde ortaya çıkar, nevrozlar ise genellikle hayatlarının kalıcı bir parçası haline gelir. Tüm bunlar, savaş sonrası dönemlerin dikkatle izlenmesi gerektiğini gösteren nedenlerdir. Ancak bu, sürecin yalnızca psikologların veya psikiyatristlerin eline bırakılması gerektiği anlamına gelmez. Aksine, durum çok katmanlı ve kolektif bir yaklaşım gerektirir.
Üniversiteden arkadaşım Florent Gabarron-Garcia, The Popular History of Psychoanalysis (Psikanalizin Popüler Tarihi) adlı kitabında, Wilhelm Reich’tan yararlanarak faşist dönemi ele alıyor, dönemin pedagojisini ve söylemini tartışıyor ve günümüz için eleştirel hatırlatmalarda bulunuyor. Reich, iktidarın egemen ideolojisi tarafından şekillendirilmiş bir psikanaliz yerine, yoksullara yönelik bir siyasi psikanalizden söz etmenin gerekliliğini vurguluyor. Odaklanmamız gereken şey, gerici siyasetin sarmalına kapılmış kurumsal psikanaliz değil, Kürt halkının travmalarını iyileştirmeye katkıda bulunan, dil, günlük yaşam ve hukuk yoluyla ortaya çıkan bir psikanalitik oluşumdur.
Florent, geçen yüzyılın başında bile kurumların yoksullara odaklanarak ve sosyal adalet kaygısıyla kurulduğunu belirtiyor. Bugün, mevcut durumu iyileştirmek için bilimsel çabalara açık bir ihtiyaç vardır. Savaşın yaraları, kurumsal psikanalitik müdahalelerle tek başına iyileştirilemez; aksine, halk psikoterapisine doğru bir geçiş olmalıdır. Örneğin, Kürtçe psikoloji veya sosyoloji bölümlerinin kurulması tek başına yeterli değildir. Kürtlerin kendi dillerinde ve coğrafyalarında kurumsal karşıt girişimler kurmalarını sağlayan alternatif pedagojilerin üretilmesine katkıda bulunmak da aynı derecede önemlidir.
Bu, sorumluluğun yalnızca psikanalistlere veya psikologlara ait olduğunu ima etmek değildir. Daha ziyade, otoriterlik ve şiddet dönemini aşmak için kurumsal çabaların, otoriterliğin kendi dilinden ve bedeninden ayrılması gerektiğini söylemek içindir. Gerekli olan, cezalandırıcı çerçevelerin reddedilmesi ve diyalog dilinin inşa edilmesidir. Erkek egemen, Oedipal “Baba Devlet” figürünün yerine, arka planda sessizce kurumsal rolünü yerine getiren demokratik, temel bir yapıya ihtiyaç vardır.
Dilini ve kimliğini terk etmek zorunda kalan bir neslin yaşadığı travma, arabesk müziğin melankolik kodlarında ifade bulur; bu da psikanalitik bir anlatıdır. Belki de bilinçaltını yüzeye çıkaran ve bu psikolojik engelleri onaran etkileşimler sayesinde barış ve uzlaşmaya gerçek bir katkı sağlanabilir.
Öyleyse soru şu: Demokratik bir anayasa veya katılımcı bir demokrasi uygulayamayan militarist bir ülkede, savaşın ardından yaşanan travmalara, depresyonlara ve boşluklara kim cevap verecek? Bunu kim yapacak? Devlet mi? Psikologlar mı? Sosyologlar mı? Siyaset mi? Yoksa lideri Özgür Özel mitinglerinde Kürt sorununu sadece geçiştiren “muhalefet” partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) mi?
İki halk arasındaki dostluğu kim yeniden kurabilir? Kardeşlik demiyorum, çünkü kardeşlik hiyerarşiye dayanır, büyük ve küçük kardeşler tarafından tanımlanır. Bunun yerine, tam da bu tür anti-demokratik, hiyerarşik bir yapı tarafından ezilen bir halkın özgürlüğünden bahsetmeliyiz. Eşitlik, kurtuluş ve adaletin gerçekleşmesiyle ilgilidir. İhtiyacımız olan şey kardeşlik değil, eşitlik, uzlaşma ve gerçek bir diyalog yoluyla ırkçılıktan arınmaktır.
Bu sürecin, bu soruların çoğalacağı ve keskinleşeceği bir döneme doğru evrildiği artık çok açık ve sürecin eleştirel bir yaklaşımla ilerlemesi kesinlikle gerekli. İşler bu kadar güvensiz bir şekilde devam ederken, kayyım rejiminin ortadan kaldırılması, ırkçılığın suç sayılması, köy koruma sisteminin kaldırılması ve kayıp ailelerle diyalog kurulması için adımlar atılmadıkça, bu sorunu “Türk” tarzında veya gizlilik perdesi altında ele almak imkansızdır. (2013 barış süreci bu açıdan başarısız bir deneyim olmuştur.)
Aksine, ancak barış tam anlamıyla toplumsallaşıp sokaklara taşındığında, siyasi destekle bu uzlaşma arzusunu kalıcı hale getirebiliriz. 1970’lerde Türkiye’deki bazı sol grupların kadınların özgürleşmesi meselesini ciddiye almayıp devrim sonrasına ertelemekle yetinmeleri ve bunun sonucunda Kürt halkının bağımsız olarak örgütlenmek zorunda kalması gibi, bugün de kin, patronluk taslayan “ağabey” tavırları veya erkeksi intikam duygularına dayalı bir siyasetin yeri yoktur. Bunun yerine, acil olarak, burada ve şimdi atılması gereken adımlara ihtiyacımız var. Çünkü Kürt sorunu ve sömürgecilik, temelde sınıf sorunlarıdır.
Haber Merkezi