İsrail’i, İran’ı ve Kürt sorununu konuşurken araya öyle anılar sıkıştırdı ki… Mesela son dönemde yine çok tartışılan BOP meselesinin arka planını detaylarıyla öğrenmiş olacaksınız. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu dönemde onun ‘özel temsilcisi’ sıfatıyla 1993 ateşkesi sırasında Öcalan’la yaptığı görüşmeyi çok kez yazıp anlatmış olsa da bugün yine hatırlanmaya değer. Hem de Öcalan’ın devlete “Bana Cengiz Çandar’ı gönderin” diye mütemadiyen mesaj yolladığı şu dönemde. Ama o bildiğini anlatmanın gücüne inandığından olsa gerek bir şey saklamaya gerek duymuyor.
“ORTA DOĞU’DA İSRAİL’İN TARAF OLDUĞU SAVAŞLAR, HEP YENİ BİR ÇAĞIN BAŞLANGICINI İŞARET ETTİ”
-Size göre de İran meselesinde Trump’ın bir hafta oyaladıktan sonra savaşa müdahil olması “Aslında ABD ve İsrail başından beri iyi polis kötü polis oynuyor. Oysa beraberce planladılar bu işi” diyenleri haklı mı çıkardı?
Bence bugün, Trump Amerika’sının ve Netanyahu İsrail’inin İran’a ilişkin pozisyonlarında örtüşme söz konusu. Bu, biraz yumurta-tavuk meseline benzer bir durum. Bence İsrail’in İran’a yönelik saldırısını, en veciz şekliyle Almanya Başbakanı Friedrich Merz ifade etti. “Bizim yapamadığımız kirli işleri hepimiz adına yapıyor” dedi. İsrail’in yetemediği noktada bizzat Amerika devreye girdi ve İran’daki nükleer hedeflere saldırdı. Buradan ilerlersek, yaşanan duruma 19. yüzyıl sömürgeciliğinin, 20. yüzyıl emperyalizminin bir bölgeye yönelik 21. yüzyıldaki tezahürü diye de bakabiliriz.
Orta Doğu’da İsrail’in taraf olduğu savaşlar, hep yeni bir çağın başlangıcını işaret etti. 1948’de İsrail kuruldu, Orta Doğu haritası değişti. 1956 Arap-İsrail Savaşı, uluslararası sistemde İngiltere ve Fransa’nın yerini iki süper devlet olarak ABD ve Sovyetler Birliği’nin almasını beraberinde getirerek tüm uluslararası sistemi yeniden yapılandırdı. 1967 Savaşı, Orta Doğu haritasını, sonuçları bugün dahi ortadan kalkmamış şekilde bir daha çizdi. Sonra 1973 Arap-İsrail Savaşı çok şey değişti, Kissinger diplomasisiyle Sovyetler Birliği Mısır’dan çıktı. Mısır devrin en güçlü Arap ülkesiyken kendini devre dışı bıraktı. Arkasından 1979 İran İslam Devrimi ile uluslararası sahnede yeni bir aktör belirdi. İran! 1982 Lübnan Savaşı da Filistin Kurtuluş Örgütü’ne vurduğu büyük darbeyle önemli bir kilometre taşıdır. Bu büyük savaşlar, Orta Doğu’da tarihî kilometre taşları. Şimdi bugüne bakınca, ilerde ne diyeceğiz? 1982’den sonraki en önemli savaşın başlangıç tarihini 7 Ekim 2023 olarak mı yoksa 13 Haziran 2025 veya ABD’nin İran’a saldırdığı 22 Haziran 2025 olarak mı alacağız? Başlangıcı hangi tarihi olursa olsun vardığımız nokta, İran’ın 1979’tan bu yana dünya sisteminde tahkim ettiği yerinin iptal edildiğidir. 1979’daki İslam Devrimi ile sahneye çıkan İran yok artık. İran’la birlikte, Rusya’nın da denklem dışına itilmesi bu savaşın sonuçlarından biri. Bu savaşın sonuçlarına dünya ölçeğinde bakarsak, Çin’in belli ölçülerde sıkıntıya girmesi de demektir bu.
“İRAN’IN 1979’TAN BERİ DÜNYA SİSTEMİNDE TAHKİM ETTİĞİ YER İPTAL EDİLDİ”
-İran’ın bir bölgesel güç olarak ‘iptal edildiğini’ söylemek için biraz erken değil mi?
Hayır değil. Yaklaşık son yarım yüzyılın İran’ı artık yok. Şu anda “İran’da rejim değişikliği olacak mı, olmayacak mı?” tartışmasına geldik. Olmayabilir. Ama eski İran’ı tartışmıyoruz. Ve ben bunu 1979’daki İran İslam Devrimi’ni adeta Türkiye’ye tanıtan kişi olarak ün yapmış biri olarak söylüyorum. Haksız bir ün de değildi bu.
-Sizi İran İslam Devrimi konusunda o kadar heyecanlandıran şey neydi?
Şii de değildim, İslamcı da değildim. Soldan gelen bir devrimci olarak, İran devriminde beni en çok heyecanlandıran şey bir ‘devrim’ oluşuydu. 1789 Fransız ve 1917 Bolşevik devrimleri kıvamında, çağ değiştiren boyutta bir devrimi kendi yaşam dönemimde, hem de kapı komşumuzla gördüm. Öyle algıladım. Bir sürü insan da öyle algıladı. Çünkü 1979 herhangi bir isyan ya da herhangi bir iktidar değişikliği değildi.
“İRAN AHTAPOTUNUN UZVU OLAN DEVLET OLMAYAN AKTÖRLER DEVLETLERDEN ÖNEMLİ HALE GELMİŞTİ”
-1789, 1917 ve 1979’dan ortak bir paydası varsa o neydi size göre?
Büyük çapta bir devrimse, ihraç edilmek zorundadır. Gerçekleştiği ülkenin ya da coğrafyanın dışına taşamayan şeyi ‘devrim’ diye kaydedemezsin. Bir devrim, -illa askeri biçimde olmasa da- ideolojik olarak, coğrafi ve jeopolitik olarak ihraç edilmek zorundadır. 1789 Fransız Devrimi’nin sonuçları malûm. Keza 1917 Devrimi de Rusya’nın, Sovyetler Birliği’nin dışına yayıldı. İran Devrimi, 1979 da ihraç ihtiyacı içindeydi. İran-Irak savaşı onu bloke etmek için patlak verdi zaten. 1980 ile 1988 arası kan gövdeyi götürdü bölgede. Ve bütün bir Batı sistemi, Saddam Irak’ının arkasındaydı o savaşta İran’ı bloke etmek için. Hal böyle olunca İran gibi bir başka ‘İslam Devleti’ kurulamadı ama kendilerinin ‘Şiî Hilali’ diye ifade ettikleri, kutsal bir kavramsallaştırma ile ‘İsrail’e yönelik Direniş Ekseni’ olarak tarif ettikleri bir şey yarattılar. Irak, Suriye, Lübnan, Filistin’den ta Yemen’e kadar İsrail’e ve Batı sistemine karşı ‘devlet olmayan’ aktörler birdenbire anlam kazandı. Hatta Hamas, Hizbullah gibi bu aktörler, devletlerden bile daha anlamlı hale geldi.
İran’ı bir ahtapot gibi düşünürseniz, bu aktörlerin hepsi İran’ın uzuvları haline geldi. İsrail’i çevreleyen ve İsrail’e nefes aldırmayan bir ahtapot. Bir kolu Müslümanlık zemini üzerinden Pakistan’a, bir kolu Çin’e uzanıyor. Çin’in bir numaralı petrol kaynağı İran ve dolayısıyla da eski İpek Yolu’nun canlandırılması İran by-pass edilerek düşünülemiyor bile. Keza, bu ahtapot Körfez’e olan hakimiyeti sayesinde Suudi Arabistan’dan, Birleşik Arap Emirliklerinden, Bahreyn’den, Katar’a kadar koca bir alanı etkiliyor. Çünkü orası küresel enerjinin can damarı. Dünyadaki petrol rezervlerinin yaklaşık yarısı orada. Petrol ve doğal gaz trafiği bakımından dünyadaki günlük toplam enerji arzının yüzde 20’si oradan sağlanıyor, Ayrıca İran, Rusya’yla öyle bir ilişkiye sahip ki Rusya’nın Ukrayna’yla savaşında kullandığı İHA’ları Rusya İran’dan alıyor. Ve tabii en önemlisi İsrail’i kuşatan ve İsrail’e nefes aldırmayacak bir role soyunmuş olması.
“İSRAİL, BATI MERKEZLİ ULUSLARARASI SİSTEMİN BÖLGEYE YERLEŞTİRDİĞİ KOÇBAŞIDIR”
-İsrail de iyi ki nefes alamamış! Bir de nefes alsaydı neler yapacaklardı acaba düşünmek istemiyorum…
Ben “iyidir, kötüdür” diye bir değer hükmü yükleyerek anlatmıyorum bunu. İsrail dediğiniz sonuç itibariyle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında oluşmuş Batı merkezli
uluslararası sistemin, süper devlet fonksiyonuyla Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgeye yerleştirdiği koçbaşı. Dolayısıyla İran’ın ‘Direniş Ekseni’ sadece İsrail’e karşı bir direnişi sembolize etmiyordu. Zaten o nedenle de Merz bugün çıkıp “İsrail bizim yapamadığımız kirli işleri hepimiz adına yapıyor” diyebiliyor.
DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar ve Cansu Çamlıbel
“ŞİMDİ BİR GEÇİDİN İÇİNDE YÜRÜYORUZ, SONUNDA SINIRLAR DEĞİŞMESE BİLE O SINIRLARIN İÇİNDEKİ ÜLKELER VE ROLLERİ DEĞİŞECEK”
-O halde sizin iddia ettiğiniz gibi bu işin sonunda Rusya ve İran’ın uluslararası iddiası ‘iptal’ olacaksa, dünya yeniden bir anlamda ‘tek kutuplu’ dünyaya doğru mu yol alacak? Bunu sorarken ABD’nin yeni Türkiye Büyükelçisi ve Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın şu sözlerini hatırlatmak isterim: “Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye’yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız.” Böyle deseler de sanki Batı, Orta Doğu’da yeni bir sınır tahkimi içerisine girmiş gibi gözüküyor. İşin sonunda yeni sınırlar mı var?
Şu sırada bu geçidin içinde yürümekteyiz. Bu geçidin bizi nereye çıkaracağını çok net görmüyoruz. Geçidin içindeyiz yani. Özellikle, 22 Haziran 2025’teki Amerika’nın İran saldırısından sonra. Haritadaki sınırlar değişmese bile, sınırların içindeki ülkeler ve rolleri aynı kalmıyor. 2003 sonrası Irak ile 2011 sonrası Suriye, bunun çarpıcı örnekleri.
“BOP HİÇBİR ZAMAN OLMAYAN BİR ŞEYDİR!”
-Biz görmüyoruz da Batı’nın kendisi de mi görmüyor, bilmiyor? Yoksa bilmiyormuş gibi mi yapıyorlar?
Onların gördüğünden de çok emin değilim. Önümüz şimdi bakıldığında daha çok bir belirsizlik ve kaos dönemine işaret ediyor. Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla tek kutuplu sistem, yani tek süper devlet oluştu. Bir termonükleer güç olarak tek süper devlet ABD kaldı. Sonra küreselleşme, şu bu derken dünyada demokrasinin yaygınlaşmasını izledik. Bu arada Irak Savaşı’yla birlikte Türkiye’de çok yanlış bir şekilde Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) tartışması çıktı. Bir komplo teorisi bakış açısıyla, Türkiye bir Amerikan emperyalist projesi gibi sunulan BOP’un eş başkanıymış gibi tartışmalara konu oldu. Aslında o BOP Türkiye’de anlatıldığı gibi bir şey değildir. Hiçbir zaman olmayan, olmamış olan bir şeydir.
“ERDOĞAN G8’DE ALINAN ‘GENİŞ ORTA DOĞU GİRİŞİMİ’ KARARLARININ SİVİL TOPLUM BOYUTUNUN YÜRÜTÜLMESİ İŞİNİ TESEV’E VERMİŞTİ”
-Siz nereden biliyorsunuz ‘hiç olmadığını’?
Komplo teorilerine prim vermediğim ve gelişmeleri, olan biteni yakından izlediğim için biliyorum. Bizde BOP diye çarpıtılan konunun kökeni, 2004 yılında ABD’de Georgia eyaletinin Sea Island’da yapılan G-8 toplantısına gider. Şimdi G-7 olan şey, o zaman G-8 idi ve içinde Rusya da var. Zirve fotoğraflarına bakın, George W.Bush’un yanında Vladimir Putin’i göreceksiniz. 11 Eylül olmuş, El Kaide gibi akımlar İslam dünyasında yükselişte. 2003’te Irak Savaşı yaşanmış ve bir otokratik-totaliter rejim yıkılmış. Böyle bir ortamda ABD bir tespit yapıyor ve Kuzey Afrika ve geniş Orta Doğu bölgesindeki ülkelerin küresel sisteme entegre olamamasının aşırı akımların önlenmesi için üstesinden gelinmesini ve bu alanda demokratik rejimlerin oluşturulması ve yaygınlaştırılması görüşünü ortaya atıyor. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın bu konuda Kahire Üniversitesi’nde 2005’te yaptığı bir ünlü konuşma vardır. 2004’teki G-8 Zirvesi bu görüşleri benimsedi ve Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın dünyanın diğer bölümlerinin kopukluğunun ortadan kaldırılması için, eğitim eksikliğinin giderilmesi, kadınların baskıdan kurtarılması gibi konularda uluslararası düzeyde girişimler yapılmasına dair bir dizi karar aldı. Yani bu coğrafyadaki rejimleri demokrasi ortamına sokmak için yeni girişimler yapılmasına ilişkin öneriler benimsendi. Buna “Broader Middle East Initiative” yani “Geniş Orta Doğu Girişimi” diye bir de isim konuldu. Bu çerçevede, “DAD” yani “Democracy Assistance Dialogue” (Demokrasi Yardımı Diyalogu” adı altında sivil toplum düzeyinde bazı faaliyetlerin düzenlenmesi öngörüldü. DAD’ın koordinasyonu da Türkiye, İtalya ve Yemen’e verildi. İtalya, çok partili sisteme geçiş; Yemen, demokratik diyalog; Türkiye ise kadınların desteklenmesine ilişkin atölye çalışmalarında ön alacaktı.
Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, G-8 kararlarının bu bölümünün sivil toplum nezdinde yürütülmesi işini TESEV’den istedi. Benim o dönem TESEV çalışmalarıyla yakından ilişkim vardı. Birebir biliyorum. O, ‘Demokrasi Yardımı Diyaloğu’nda Türkiye’nin rolü döndü dolaştı, hakaretamiz tonlar taşıyan bir ‘BOP Eşbaşkanı’ suçlamasına dönüştü. Bir deli kuyuya taş attı, bin akıllı çıkaramadı hesabı. BOP diye bir şey yok ve hiç olmadı. Ama bunu söylediğiniz anda ‘Amerikancılık’ yaftasını üzerinize yapıştırırlar. Ama alın işte, şimdiki Amerika Birleşik Devletleri, İslam dünyasına demokrasi ihracı çabası anlamına gelecek ve 2004 G-8 Zirvesi kararlarına dayalı o günün ABD politikasına toptan karşı. Cumhuriyetçi Trump’ın Cumhuriyetçi Bush ile ilgisi yok. ABD’nin Orta Doğu ülkeleri ve İslam dünyasında demokrasi talebi hiç yok. Trump, İsrail’in hegemon olduğu bir bölgede İsrail’i kabullenecek ve ticaret yapacağı, yatırım alanı bir Orta Doğu görmek istiyor. Rejim değişikliği -İran’daki hariç- umurunda değil. Artık senin de hatırlattığın gibi “Biz artık Irak’taki gibi rejim değiştirme peşinde değiliz” diyen Amerikalı yetkililer var. Örneğin, ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi, aynı zamanda Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bunu açıkça söyledi. Hem de Suriye’ye gidip, Şam’daki yönetimin başındaki, El-Kaide kökenli Ahmet el-Şara’ya bunu adeta bir teminat olarak söyledi.
“ASLINDA BUNA ‘YÖNETİM’ DEMEK DE PEK MÜMKÜN DEĞİL, EMPROVİZE BİR HÂL”
-Ne derlerse desinler, başka bir ülkede rejim değiştirme peşinde olup olmadıklarını İran üzerinden göreceğiz. Evet bugün ABD’nin İran’ı işgal etmesi söz konusu değil ama dün gece Trump Amerikan uçaklarının üç önemli nükleer siteyi (Fordo, Natanz, Esfehan) vurduğunu açıkladı. ABD’nin bizzat savaşa girmiş olması İran’da rejim değişikliğinin zorlanacağını kanıtlamış olmadı mı?
Evet, hiç şüphesiz. Zaten Trump, İran’a saldırmadan önce kayıtsız şartsız teslim çağrısında bulundu. Ayetullah Hamaney’i istediği anda ortadan kaldırabileceğini de yarı-tehdit içeriğinde ifade etti. 22 Haziran 2025 saldırısından- bu Amerika’nın İran’a karşı savaşa girmesi olarak da niteleniyor- İran’da rejim değişikliğinin gündemde bulunduğuna hükmedilebilir. İşte diyorum ya… Bu geçide girdik. Ama henüz geçidin içindeyiz. Nereye çıkacağımızı da görmüyoruz. İran ABD’ye nasıl bir karşılık verecek, verebilecek mi? Verirse işler nereye evrilecek? Rejim yıkılacak mı? Yıkılırsa, ne zaman, nasıl? Sonrasında bölge ne tür gelişmelere gebe? Bunları şu anda bilemiyoruz, çok net biçimde de göremiyoruz. Geçidin içindeyiz henüz.
Bu arada, Tom Barrack ne derse desin, ben Trump yönetiminde gerçek bir strateji görmüyorum. Emprovize bir Amerikan yönetimi görüyoruz. Bu hal, Trump’un emprovize davranışlarından kaynaklanıyor. Aslında buna yönetim demek de pek kolay değil. Sadece Trump’ın verdiği bir takım sinyaller var. Bazen bir- iki adım atıyor sonra vazgeçiyor ondan. En basit de bu gümrük vergileriyle -başta Çin’e yönelik- ilgili tavırları. Ukrayna, NATO. Bir tek NATO’da tutturdu, “NATO’ya katkılarınızı arttırın bakalım” dedi. Halbuki NATO’yu darmadağın edip kapatıp gidecekti neredeyse. Orta Doğu’da Suudi Arabistan’la başladı işler. Ve adeta İsrail ve Suudi Arabistan ekseni üzerinden bir ticarete açık, Amerikan himayesinde bir Orta Doğu dizayn etme hesabı vardı. Bunun için de İran’ın devre dışı bırakılması gerekiyordu. Bu savaşı biraz o hesabın bir parçası olarak görebiliriz. Ama öyle bir gidişat var ki…! Tom Barrack çıkmış, “Yeni Sykes Picot’lar istemiyoruz” diyor. Ama sen de haklı olarak diyorsun ki “Gidişat İran’da rejim değişikliğini zorluyor.” Rejim değişikliğini zorladığı andan itibaren Trump alenen çok eleştirdiği, “yapmayacağım” dediği George W. Bush’un politikasını farklı bir şekilde uyguluyor olacak.
“ABD’NİN ‘ÇIKIŞ STRATEJİSİ’ NEDİR BELLİ DEĞİL, BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONU GİBİ KAOTİK BİR ORTAM VAR”
-Bir de yine bir yalan var gibi ortada. İsrail yola çıkarken “İran’ın nükleer silaha kavuşmasına çok az kaldı, o yüzden bu operasyon aciliyet kazandı” gibi bir gerekçe ileri sürdü. Halbuki aslında denetçilerin verdiği raporlar bunu söylemiyor. Yani aslında nasıl Irak’taki rejim değişikliği ‘Saddam’ın kitle imha silahları var’ yalanı üzerinden zorlanmıştı. Bugün de “İran nükleer silah sahibi olmanın eşiğinde” denerek benzer bir iş yapılıyor. Tabii bu arada batıda kimse İsrail’in nükleer silah sahibi olmasını da dert etmiyor.
Orta Doğu bölgesinde bir takım savaşlar, istenmediği halde patlar ve hiç hesapta olmayan sonuçlar verir. Birinci Dünya Savaşı da öyle patlamıştı. Kimse savaş istemiyordu aslında fakat el yükseltiyorlardı. Büyük imparatorlukların istedikleri savaş değildi ama el yükselttiklerini sanırken bir baktılar savaşa girmişler. Ondan sonra da işte üç kara imparatorluğu tarihe karıştı; Çarlık Rusya’sı, Avusturya Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu. Benzer bir sonuç 1967 savaşından çıktı. Sonradan ortaya çıkan belgelere bakıldığında Nasır savaş istemiyor ama Arap dünyasının kendi iç rekabetleri nedeniyle ön alıyor. Suriye’nin de baskısıyla Tiran Boğazı’nı kapatıp İsrail’e deniz trafiğini kesmeye kalkıp Süveyş Kanalı’nı da kapatınca iş ciddiye biniyor. Sonuçta öyle bir savaş çıkıyor ki Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Doğu Kudüs, Batı Şeriya, Gazze… Hepsi gidiyor. İsrail devletinin kurulduğu yerin dışında geri kalan her yer gidiyor. Ondan sonra hala o 1967 sınırlarına geri dönülmüş değil. Şimdi benzer bir durum var burada. İsrail İran’a karşı bir saldırıya girişti. Amerika da doğrudan katıldı. İngilizce bir laf vardır, ‘exit strategy’ diye. Çıkış stratejisi ne, belli değil. Yani İran’ın nükleer kapasitesi sıfırlandı mı, İran’da rejim değişecek mi? Belli değil. Bütün bunların yakın bir gelecekte gerçekleştiğini varsayalım, sonra bölgede ve tüm uluslararası sistemde dengeler yerli yerine oturacak mı? Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, gelecekteki en güçlü ihtimalin belirsizlik ve kaos olduğu. Öyle kaotik bir ortam var ki tıpkı 1. Dünya Savaşı sonu gibi, tıpkı 1967 Arap-İsrail Savaşı sonucu gibi yeni bir format ortaya çıkar. Biz henüz orada değiliz, onu bilmiyoruz. 22 Haziran 2025, 13 Haziran 2025 veya 7 Ekim 2023’den çok farklı bir dünyada kendimizi bulabiliriz.
“BAHÇELİ VE ERDOĞAN, VİZYONER YETENEKLERDEN ZİYADE ÖNSEZİYLE HAREKET ETTİLER”
-Devlet Bahçeli ve iktidar ortağı Tayyip Erdoğan’a o anlamda belki şapka çıkarmak lazım. Ekim 2024’ten itibaren kullanmaya başladıkları ‘iç cephenin güçlendirilmesi’ jargonuna bakınca demek ki bu savaşı bekliyorlar mıydı? Demek ki Türkiye Cumhuriyeti devletinde İsrail’in çılgınlık olarak gördüğümüz şeylerin hepsini yapabileceği öngörüsü mü vardı?
Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidar sahiplerine, karar merkezlerine baktığım zaman en başta da iki ortak olarak bu isimleri zikredeceksek, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin vizyoner yeteneklerinden ziyade bir önseziyle hareket ettiklerini düşünüyorum. Bence yaklaşım şu oldu: “Bölgenin İsrail’e çok açık hale gelebileceği bir tarih evresine doğru ilerlemekteyiz ve bu evrede Kürt kartı İsrail tarafından kolaylıkla kullanılabilir hale gelirse ve hele hele bir Trump Amerika’sı İsrail’le aynı safta durursa Kürtlerin yaşadığı en büyük coğrafya olarak ve meselesi de aşılmamış bir ülke olarak Türkiye bundan bekasını etkileyecek şekilde çok olumsuz etkilenebilir. Ön alalım. Durumu bizim Kürtlerimizle öyle bir sağlama alalım ki durumu yarın Türkiye aleyhine olabilecek muhtemel gelişmelere şimdiden set çekelim.” Bunun birinci derecede yansıyacağı ve uygulanacağı saha da ister istemez Suriye tabii.
“İSRAİL’İN TÜRKİYE’YE SALDIRABİLECEĞİ BİR DENKLEM YOK”
-Devlet Bahçeli gelinen noktada açıkça “İsrail’in bir sonraki hedefi Türkiye’dir” demeye başladı. Bu argüman kamuoyunda, televizyonlarda da çok sık işleniyor. İsrail’in Türkiye ile savaşa girmeye cüret edip edemeyeceği ciddi ciddi tartışılıyor. Siz de ısrarla diyorsunuz ki “Kendisi NATO’nun koruma kalkanı altında olan İsrail NATO üyesi Türkiye’ye saldıramaz.”
“Böyle bir denklem yok” diyorum. Benim kendi mazim, duygularım ve düşüncelerim itibariyle 86 milyonun içinde İsrail hakkında olumlu söz söyleyecek en son kişilerden biri olduğum tartışılmaz bile. Ama bu soruya gerçekçi bir cevap vermemiz lazım. İsrail evet soykırımcı, bugün Gazze’te yaptığı soykırım, zaten kuruluşu etnik temizlik ve Filistin halkının büyük bölümünün kendi toprakları dışına zorla sürülmesi temeline dayanıyor. Etnik temizlikle, savaşla kuruldu ve soykırımla, savaşla var olmaya çalışıyor. Bütün bunların sonucunda da olsa, Lübnan, Hamas vesaire Allah’ın günü İsrail’in tepesine füze yolluyordu. Esas beka sorunu İsrail için kendiliğinden var. Ve binlerce yıllık tarihe sahip 92 milyonluk koca bir devlet olan İran İsrail’e “Senin var olma hakkını tanımıyorum, seni haritan sileceğim” diyor. Birtakım müttefikleri aracılığıyla da bölgede ısırıyor sürekli. İsrail’e hasım ve bunu ortaya koyan, eylemler yapan coğrafi noktalar, İran’ın İsrail’e karşı harekât alanıydı. Sen de diyorsun ki “İran, henüz nükleer silah sahibi olacak kıvama gelmemiş ama”. İran, eğer, o kıvama gelmediyse bu 13 Haziran 2025’te başlayan İsrail saldırısının meşruiyetini sorgulattırır. Ama İran’ın nükleer güç olmasının İsrail nezdindeki tehdit algılamasının gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Türkiye ile İsrail arasında kurabileceğimiz, İran ile İsrail arasındakine benzer, böyle bir denklem var mı? Türkiye, İran gibi “Ben seni haritadan sileceğim” diye bir tavır aldı mı İsrail’e karşı?
“TÜRKİYE’NİN İSRAİL’E KARŞI ASLA İRAN, HAMAS, HİZBULLAH’INKİ GİBİ BİR TAVRI OLMADI”
-Yok hiçbir zaman öyle bir tutum almadığı gibi Türkiye İsrail devletini ilk tanıyan ülkelerden biridir.
İlk tanıyan ülkelerden biridir evet. İkincisi ben Meclis’te de söyledim: 20 Eylül 2023’te New York’ta Türkevi’nde ağırladı Erdoğan Netanyahu’yu. Yani 7 Ekim saldırısından biraz önce. İsrail ve Türkiye bayrakları yan yana. Ortak basın toplantısı yapıldı. Hakan Fidan orada oturuyor, İbrahim Kalın orada oturuyor. Aradan bir hafta geçiyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Azerbaycan dönüşü uçakta gazetecilere diyor ki “Önümüzdeki birkaç hafta içinde diyor Netanyahu Türkiye’ye geliyor.” 7 Ekim’de Hamas olayı patladı, gerisini biliyoruz. Yani 7 Ekim’den sadece iki hafta önce Netanyahu’nun Türkiye’de kabul edileceğini adeta müjde gibi veren bir Türkiye Cumhurbaşkanı var. Bunları söyleyince de hiç hoşlanmıyor iktidar grubu.
Şimdi İran’la aynı şey mi Türkiye’nin İsrail’e karşı duruşu? Biz ne zaman Türkiye olarak böyle bir düşmanlık ortaya koyduk? Koymadık. Gazze’de bu son soykırım politikasını izlediği zaman ayağa kalktık. Fakat İsrail’e “Sen Filistin halkına bunları yapıyorsun. Ben ilk fırsatta senin tepene Türkiye’nin gücünü göstererek bineceğim ve seni yok edeceğim” diye bir tavır alındı mı? Hayır, böyle bir şey yok. Tam tersine Suriye’de sürtüşme ihtimali belirdiği zaman “Biz İsrail’le savaşmak istemiyoruz” denildi. Yani Türkiye’nin asla Lübnan, İran, Hamas, Hizbullah gibi bir tavrı olmadı İsrail’e karşı. Dolayısıyla İsrail böyle bir Türkiye’ye neden saldıracakmış? Biri bana izah etsin.
“KALDI Kİ İSRAİL BİR DİN DEVLETİ DEĞİL, BİR YAHUDİ-ULUS DEVLETİ”
-Diyelim ki gerçekten Netanyahu kendinden geçti, Erdoğan hükümetinin retoriğine canı sıkıldı. Türkiye’ye dönük bir saldırıya cüret etmesi hayli zor zira NATO Anlaşması’nın 5. Maddesi bir üyeye yönelen bir saldırının NATO’ya yönelmiş olacağını ve NATO’nun yanıt vermesi gerektiğini söyler.
Evet, bu otomatik bir yanıtı garanti altına alan maddedir. Tabii bir de İsrail zaten kendisi NATO himayesinde bir ülke. Ama buna rağmen Tayyip Erdoğan 1 Ekim 2024 günü çıkıp Meclis’in açılış konuşmasında ‘Vaat edilmiş topraklar’dan bahsetti ve İsrail’in Gazze’deki saldırganlığını referans göstererek tehlikenin giderek Türkiye’ye yaklaşmakta olabileceğine işaret etti. Türkiye topraklarının İsrail tehdidi altında olduğunu söyledi. Ben de ertesi gün meclis kürsüsünde “Yok böyle bir şey!” dedim.
-Evet ama o tarihin üzerinden neredeyse 9 ay geçti ve İsrail bu süre zarfında çoğu analistin “Yok canım o kadarını da yapmaz herhalde” dediği şeylerin neredeyse toplamını yaptı. Arka arkaya kaç üst düzey yetkiliyi yatağında imha etti sayamadık. Sanki ABD’nin savaşa girmesiyle İran’ın dini lideri Hamaney’in dahi hedef alınması artık muhtemel. Trump zaten “Nerede olduğunu biliyoruz” gibi laflar söyleyerek bu opsiyonun da kendileri açısından masada olduğunu açık etmişti. Hal böyleyken Türkiye açısından hala İsrail’den “askeri bir tehdit yönelmez” diyebiliyor muyuz? Risk faktörü 9 ay öncesi ve sonrası için Türkiye açısından aynı mı?
Hâlâ aynı şeyi söylüyorum; böyle bir şey yok. Çünkü İsrail devleti, Tevrat hükümlerine göre kurulmuş bir devlet falan değil. Bir de zaten o Tevrat’taki ‘Vaat Edilmiş Topraklar’ bölümü de çok muğlaktır. Genesis’te, Tekvin bölümünde, ‘Nil’den Fırat’a kadar’ diye muğlak bir ifade kullanılmıştır. Fırat Nehri sadece Türkiye topraklarından geçmiyor ki, Suriye’den de geçiyor. Buna bakıp, “Efendim gelip Türkiye’yi Adıyaman’a kadar işgal edecekler” demek, eğer popülist hesaplar güdülmüyorsa, ancak bilgisizlikle izah edilebilir belki. Üstelik, İsrail devleti bunun için yani Tekvin’deki Vaat Edilmiş Topraklar’da devlet kurmak amacıyla kurulmadı ki. Bir kez daha tekrar ediyorum; İsrail dinî bir devlet olarak kurulmadı, Siyonist bir devlet olarak kuruldu, yani Yahudi ulus-devleti olarak. Eti budu da bellidir. Nüfusu 10 milyondur, onun da yüzde 25’i kendisine hasım Arap Filistinlilerdir. Yani İsrail kilometrekare olarak bizim Hatay vilayetinden biraz daha büyük 7,5 milyon Yahudi’den oluşan bir devlet. Nasıl oluyormuş da böyle bir devlet gelip Türkiye’yi işgal ediyormuş? Buna inananlar bana bunun nasıl olabileceğini bir anlatsın! Ayrıca sen de zaten İsrail’e “Gelip seni yok edeceğim” demiyorsun, bir şey yapmıyorsun. Ama diyelim ki bu duruma rağmen Netanyahu’nun kafası bozulacak da gelip vuracak Türkiye’yi, hadi vurdu bir de işgal edecek! O kadar kolay mı o iş. Bunları söyleyebilenler Türkiye’nin konumunu ve gücünü hafife aldıklarının farkında mı acaba?
“İSRAİL İLE İRAN ARASINDAKİNE BENZER BİR SAVAŞTA, TÜRKİYE’NİN MEVCUT HAVA SAVUNMA SİSTEMLERİYLE KORUNABİLECEĞİNDEN HİÇ EMİN DEĞİLİM”
-Neyse ki S-400’lerimiz var!
Var, var da hangarda duruyorlar, çıkartamıyoruz. Zaten bu savaşın Türkiye açısından ortaya çıkardığı en dramatik şey belki de bu oldu. Biz Türkiye’de ‘savaş’ denilince hep konvansiyonel savaşı anlıyoruz. Türkiye çok büyük asker mevcudiyetine dayanan ordusunu sürecek, oraya buraya müdahale edecek falan. Oysa bu İsrail-İran savaşı yapay zekâ çağının savaş teknolojilerini nasıl da kökten değiştirdiğini gösterdi herkese. Bu artık dijital savaş çağıdır ve daha öncekilerle bir benzerliği yoktur artık. İki ülkenin de birbirine noktasal füze atışı yaptığını izliyoruz. Öyle bir iç istihbarat toplanmış ki füzeyi artık o ülkenin kendi içinden başka bir noktaya atıyorlar. İş buraya gelmişken biz Türkiye olarak hayata konvansiyonel savaş mantığıyla bakarak devam edemeyiz. Bu savaşta yine gördük ki bizim kaybettiğimiz F-35 uçakları şu anda dünyanın en gelişmiş savaş teknolojisine sahip. İki buçuk milyar para verdik, S-400’leri kullanamıyoruz ve kullanamadığımız füzeleri almış olmamız nedeniyle F-35’lerden olduk. F-35’lerin yerini tutamayacak olan F-16 modernizasyonu bile gerçekleşemedi. Eurofighter uçaklarına sahip olabilecek miyiz, belli değil. Kaan uçağının üretiminin hangi aşamasındayız, o çare olabilecek mi, bilemiyoruz. Yani bu iktidar Türkiye’yi dijital çağın savaş teknolojisinden mahrum ve savunmasız bir halde bırakmıştır.
Şimdi çıkmış Cumhurbaşkanı Erdoğan hava savunma sistemimizin yüzde 80 oranında yerli ve milli üretim olduğundan falan bahsediyor. İsrail’in Demir Kubbe’si bile para etmiyor şu an, İran’ın onu delebildiğini gördük. Hangi hava savunma sisteminden bahsediyor bizim iktidarımız acaba? Ben yerli ve milli hava savunma sistemlerimizin İran’la İsrail arasındakine benzer bir savaşta Türkiye’yi koruyabileceğinden hiç emin değilim. Ve ben bunu ‘barış’ sözcüğünü ağzından eksik etmeyen bir partinin mensubu olarak da söylüyorum. Eğer biz bu ülkede kendi nüfusumuzu güvence altına alacaksak, bölgesel güç konumumuzu sloganların ötesinde gerçekten anlamlı kılıp etkili olabileceksek, çok güvenli bir silah teknolojisine ve hava savunma sistemlerine sahip olmamız lazım. Çünkü İsrail-İran savaşı bu bölgede başka türlü var olamayacağımızı gösterdi.
“1993’TE TANIŞTIĞIMDAN BERİ DEĞİŞMEYEN KANAATİM: ÖCALAN’IN ESAS AMACI HEP TÜRKİYE’DE BİR SİYASİ AKTÖR OLMAKTI”
-Şimdi gelelim bu işin Abdullah Öcalan boyutuna. Geçen hafta kamuoyuna sızdırılan notlara göre, Öcalan heyetiyle 21 Nisan tarihli görüşmesinde İsrail konusunda epey değerlendirme yapmış. İsrail’in el altından 30 yıldır Kürtlere devlet vaadinde bulunduğunu söylerken, “Şu an İsrail’in tek derdi beni ortadan kaldırmak” gibi ifadeler de kullanmış. Elbette doğruluk payı vardır anlattıklarında ama kullandığı üslup sanki hazır müzakeredeyken devleti yönetenlere çiçek atma arzusu içinde olduğu hissi uyandırıyor. Bir de ‘Kürdistan kurdurmak tek başına İsrail’in yapabileceği bir iş midir?
Abdullah Öcalan’ın kardeşi Osman Öcalan bir konuşmamızda bana şunu söylemişti: “Türk devleti ‘bölücü başı’ydı, ‘terörist başı’ydı gibi sıfatlarla uğraşmak yerine ağabeyim ‘Nasıl bir adamdır, ne düşünür, niye öyle düşünür?’ diye kafa yorsaydı çok daha hayırlı bir iş yapmış olurdu.” Son on yılda Türkiye’de bakkal dükkânı gibi bir dolu üniversite açıldı ama bir tanesinde doğru dürüst bir PKK çalışması filan görmüyorsunuz. Türkiye toplumu Abdullah Öcalan’ı tanımıyor. Ben Turgut Özal Cumhurbaşkanıyken verdiği yetkiyle 16 Mart 1993 günü ilk ateşkesi ilan ettiğinde yüz yüze görüştüm Öcalan’la. İki üç gün sonra Özal’a izlenimlerimi aktarmak üzere Çankaya Köşkü’ndeydim. Özal sorunca “Benim aldığım izlenim bu adamın esas amacının Türkiye’de bir siyasi aktör olmak olduğu” dedim. Zaten 1993 ateşkesiyle de Türkiye’de aktör olmaya doğru bir giriş yapmayı tasarladığını düşünüyordum. Bugüne kadar da bu düşüncem değişmedi. Seninle konuşmaya gelmeden önce Öcalan’ın o 1993 ateşkesini ilan ederken yaptığı konuşmayı YouTube’da tekrar dinledim. Aslında özü itibarıyla bugün söylediklerinden çok farklı bir şey söylemiyormuş. O yüzden de benim baktığım yerden Kürt sorunuyla ilgili Türkiye’nin son 30 yıllık tarihi, kaçırılmış fırsatlar tarihidir.
“PKK TÜRK SOL HAREKETİNİN İÇİNDEN ÇIKTI, İLK SİLAH EĞİTİMİNİ FİLİSTİN HAREKETİ İÇİNDE GÖRDÜ”
-Bugünkü gelişmelere baktığımızda Abdullah Öcalan’ın nihayet o Türkiye’de ‘çok önemli bir siyasi aktör’ olma hedefine epey yaklaştığını söyleyebilirsiniz herhalde değil mi?
Fakat burada önemli bir nokta var; Öcalan’ın derdi serbest kalmak ya da işte “devlet beni sevsin” değil. Yani sonuç itibarıyla bunlar olabilir de Öcalan’ın çıkış noktası bunlar değil. Öcalan Türkiye’nin kurucu aktörlerinden biri olmak istiyor. Onun derdi kuruculuk. Türkiye’nin en az iki aktöründen biri olmak istiyor. Dolayısıyla söylediklerine “Türkiye’de o sırada devleti kim yönetiyorsa onun hoşuna giden cümleler” diye bakamayız. Onun kafasında bir gelecek tasavvuru ve bir ülke tasavvuru var. O nedenle de İsrail’in 30 yıldır kendileriyle iş yapmak istemesine sıcak bakmıyor. Çünkü çıkış noktası ve varış noktası Türkiye. Ve şu çok önemli; tarihteki Kürt isyanlarının ya da Kürt hareketlerinin bir devamı değil. PKK, Türk sol hareketinin içinden çıktı. PKK, Ankara Üniversitesi gençliğinin içinden çıktı. Ve PKK olarak ilk silah kullanma eğitimini Filistin hareketi içinde gördü. 1982 yılında İsrail’in Lübnan işgali sırasında çok sayıda PKK’lı İsrail’e karşı savaşırken hayatını kaybetti. Dolayısıyla geniş anlamda Türkiye solunun ideolojik arka planı, düşünce kalıpları, kaynakları neyse Öcalan’ınki de odur. O yüzden İsrail konusundaki değerlendirmeleri hiç şaşırtmıyor beni.
Şah İran’ı döneminde Irak’taki Kürt ayaklanmasının başını Molla Mustafa Barzani çekti. Iraklı Kürtler 1963 yılında İsrail ile ilişki kurdular ve o ilişki hiç bozulmadı. İsrail’in bölgede anti-İslami siyasi hareketlerle ilişki kurma çabası bir politik gerçekliktir. Iraklı Kürtlerle de Suriyeli Kürtlerle de o ilişkiyi geçmişten beri aramıştır İsrail. Bu şaşırtıcı değil. Ama dediğim gibi, Öcalan İsrail’e karşı ideolojik formasyonu nedeniyle hayli mesafeli. Bunun ötesinde de tabii Kürtler açısından bugün şöyle bir realite var; dünya Kürtlerinin yarısından fazlası Türkiye’de yaşıyor. Abdullah Öcalan’ın aktör olmak istediği yer de zaten doğduğu ve büyüdüğü ülke. Ayrıca bu gerçekliği sadece Öcalan değil, Kürtlerin tartışmasız son derece popüler bir şahsiyeti olan Selahattin Demirtaş da teslim etti en son. Çok çarpıcı bir cümleler kurdu, “Bizler Türkiye toplumu olarak bu dönemde bir ve beraber olacağız. Olası risklere, saldırılara, provokasyonlara karşı gerektiğinde Edirne’den Hakeri’ye kadar 86 milyonluk bir halk ordusuna dönüşeceğiz” dedi. Çok kuvvetli vurgular bunlar.
“ÖCALAN 27 ŞUBAT AÇIKLAMASINDAN ÖNCE MAZLUM ABDİ’YE DE MEKTUP GÖNDERDİ”
-Örgüt kurup Türkiye’ye karşı savaşmış olan Öcalan da eline hiç silah alıp savaşmamış olan Kürt siyasetçi Selahattin Demirtaş da açık biçimde Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin gelecek tasavvurunun Türkiye içinde olduğunu ortaya koyuyor evet. Ancak Öcalan’ın kurduğu PKK’nın İran kolu PJAK mesela…İsrail-İran savaşında İsrail’den yana açık bir pozisyon koydu. Suriye’de YPG/PYD bugün bu kadar açık pozisyon almasa da bugünee kadar İsrail ile temaslarını hiç gizlemedi. Dolayısıyla iş Öcalan’ın kendi kurduğu örgütün parçalarını yüzde yüz kontrol edemeyeceği bir yere doğru gidiyor olabilir mi?
Geleceğe ipotek koymak siyasi analizci olarak, siyaset adamı olarak, tarihçi olarak yanlış bir şeydir. Bugün dediğim gibi bir geçitten geçiyoruz ve bölgede her şeye açık bir durum var. Dolayısıyla da soruna “Hayır, böyle bir şey mümkün değildir” diye yanıt vermek mümkün değil açıkçası. Ama bu tür bir bölünmenin panzehri Öcalan’ın elinin güçlendirilmesi ve daha görünür bir role kavuşturulmasıdır. Senin hatırlattığın o 13 sayfalık son görüşme notlarına bakarsan, Suriye’de Kürtlerin kendi kimlikleri ve öz yönetimlerine sahip olabilecekleri bir statüden bahsederken bunun Şam ile anlaşarak yapılmasından bahsediyor. Zaten bunları bizzat bölgedeki bütün Kürt liderlere yazdığı mektuplarda da söyledi.
-O zaman siz Öcalan’ın 27 Şubat 2025 çağrısı öncesinde YPG lideri Mazlum Abdi’ye bir mektup gönderdiğini doğrulamış oluyorsunuz.
Evet ona da yazdı. Dahası Mazlum Abdi dün yeni yayınlanan bir söyleşisinde başka bir şey daha söyledi. Daha doğrusu soru şöyle sorulmuş; “Öcalan’ın sizinle İmralı’da görüşmek istediği söyleniyor. Doğru mu?” Mazlum Abdi’nin yanıtı “İmralı’ya gidip kendisiyle görüşmekten onur duyarım” oluyor.
“TÜRKİYE DE SDG DE YALANLADI AMA BENDEKİ BİLGİYE GÖRE MAZLUM ABDİ SINIRLI ŞEKİLDE DE OLSA İBRAHİM KALIN İLE GÖRÜŞÜYOR”
-Tabii bu söylediğiniz, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kırmızı bültenle adeta ‘bir numaralı terörist’ olarak aradığı Mazlum Abdi’yi topraklarımıza ayak bastığında tutuklamak yerine İmralı’ya gidişine izin vermesi anlamına geliyor ki hayli radikal bir hamle olur. Devlet o noktaya gelebilir mi sizce?
Ama zaten Mazlum Abdi Türk devletiyle sınırlı da olsa iletişiminin olduğunu söylüyor.
-Türkiye bu iddiayı net bir dille yalanladı oysa ki.
Yalanladı ama doğru olduğunu ben biliyorum. Mazlum Abdi’nin bunu bir bilgi olarak aktardığı birinden biliyorum. Hatta ben Dışişleri yalanlamasını bir mecburiyet olarak aldım. Bu tür yalanlamalar aslında yalanlama değildir. Hele de yalanlama resmi kanallardan yapılırsa genelde doğruluğun teyididir. Bir de üzerine SDG’nin kendisinden yalanlama geldi. Onu da görünce ben “Şu ara bir iş yürüyor, bozmayalım. Teması kamufle edelim” gibi bir çaba olduğunu düşündüm SDG tarafında.
-O zaman belki de Mazlum Abdi’nin Türk tarafında görüştüğü kişiler üst düzey olabilir mi?
Eğer bendeki bilgi yanlış değilse, zaten üst düzey. Öcalan ile teması götüren kademeyle, Öcalan ile teması götüren şahsiyetle hatta.
-MİT Başkanı İbrahim Kalın’la mı?
Ona benzer bir bilgi geldi bana. Ama tabii yalansa ikisi de çıkıp ‘yalan’ diyebilir. Bu arada görüşme notlarında dikkatini çektiyse, Öcalan Suriye’deki bir ‘Arap lobisinden şikâyet ediyor. Yani aslında YPG’ye “Gidin de Muhammed el-Şara’ya teslim olun. Silahlarınızı verin” falan demiyor. “Yerel demokrasiyi güçlendirin” diyor.
“TÜRKİYE ‘FEDERASYON’ KELİMESİNİ SEVMEDİĞİ İÇİN ÖCALAN ‘YEREL DEMOKRASİ’ DİYOR”
-Sanki o kavramı da Türkiye’de devlet tarafını kızdırmamak için bulmuş. ‘Yerel yönetim’ yerine ‘yerel demokrasi’ diyor şu aralar.
Evet, orada kasıt yerel yönetimler tabii. Türkiye’nin ‘federasyon’ kelimesini sevmediğini de biliyor. ‘Yerel demokrasi’ diyor çünkü ‘demokrasi’ye kimse itiraz edemiyor ya!
-E zaten yok da varmış gibi yapılıyor. O nedenle çok da sorun olmuyor heralde!
Evet bir de o var tabii.
-Peki size göre SDG’nin Suriye merkezi ordusuna entegrasyonu nasıl olacak? Yani SDG mensuplarının bir kısmı merkezi orduya katılacak, bir diğer kısmı da Irak’ta peşmergelerin yaptığı gibi yerel yönetimin güvenlik gücü mü olacak? Yani nihayetinde Irak Kürtistanı gibi bir Suriye Kürdistan’ı mı çıkacak ortaya?
O olmayabilir, daha farklı olabilir. Ama öyle bir ismi olmadan, hatta liderliğinin Haseke ya da Rakka yerine Şam’da oturarak Kobani’yi, Kamışlı’yı, Haseke’yi yönettiği fiili bir yapı çıkabilir ortaya.
“ÖCALAN ‘ULUS DEVLET’E FELSEFİ OLARAK KARŞI, ONUN YAKLAŞIMI BÖLGEYİ KENDİLİĞİNDEN BİR BENELÜKS OLUŞUMUNA GÖTÜRÜR”
-Şimdi size 2012’de yayımladığınız Mezopotamya Ekspresi kitabının finalinden iki bölüm okuyacağım. Birincisi Mart 2012’de dönemin Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile yaptığınız sohbetten. Kendisine “Suriye’de rejim yıkıldıktan sonra bölgede sınır değişiklikleri olabilir mi?” diye soruyorsunuz. O da size “Rejim yıkıldıktan sonra sınırların bir önemi kalmayacak ki! Türkiye ile bölge sınırları önemsiz hale getirecek bir ekonomik entegrasyona gidecek” diyor. İkinci notum da sizin kişisel hayalinizle ilgili. Kürt sorununun çözümünün belki de Türkiye, Suriye, Irak ve hatta İran Kürtlerini kapsayacak Benelüks tarzı bir modelden geçtiğine dönük inancınız. Belçika, Hollanda, Luxemburg hepsi Flaman nüfusun çoğunlukta olduğu egemen ülkeler ama sınırları geçişken ve üçü arasında özel ekonomik anlaşmalar var. Hatta ‘Benelüks Birliği’ Avrupa Birliği’nin temelini atan şey olmuştur. Hala bu tür bir modelin Kürt sorununu çözeceğine inanıyor musunuz?
Ben bunu 2012’de yazdığımda bu benim hayalimdi. Zaten Orta Doğu’da sınırlar yoktu. Her yer Osmanlı toprağıydı. Fransızlarla İngilizler 1916’da gizli Sykes-Picot anlaşması ile böldüler. Türkiye-Suriye sınırı 1921’de Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması ile çizildi. Demiryolu sınır kabul edilir, saçma sapan bir sınırdır. Bazı köylerin tam orta yerinden geçer o sınır. Ve zaten ortak sınır teşkil eden yerlerde Kürtler yaşıyor. Dolayısıyla da ben o coğrafyada Benelükse benzer bir ilişki tutturmaya son derece müsait bir durum olduğunu düşünegeldim. Ama itiraf edeyim ki o kitabı yazdığım 2012’de ben Abdullah Öcalan’ın ‘demokratik toplum’ ve ‘demokratik cumhuriyet’ ile kast etiği kavramların ne anlama geldiğini bilmiyordum. Biliyorsun Öcalan 2000’li yılların ilk 10 yılında büyük ölçüde Amerikalı ünlü bir anarşist olan Murray Bookchin’den de çok etkilenerek, bu kavramlarla birlikte ulus devleti reddeden bir model geliştirdi. Bugün de hala savunuyor onları; demokratik toplum ve demokratik cumhuriyet. ‘Ulus devlet’ denen yapılanmaya felsefi olarak karşı Öcalan.
-Yani sizin yorumunuza göre Öcalan’ın arzu ettiği ‘demokratik toplum’ modeli bir tür Orta Doğu Benelüks’ü içinde çalışabilir. Doğru mu anlıyorum?
E o yaklaşım zaten kendiliğinden bir Benelüks’ün oluşmasına götürür. Çünkü Suriye’den toprak alman, Irak’tan toprak alman, Türkiye’yi parçalanman falan gerekmiyor. Herkes mevcut sınırlar içinde olduğu gibi kalacak. Zaten bugün PKK’nın feshini ve silahlı mücadelenin sona erdiğinin ilanını getiren de bu.
-Fesih demişken… PKK’nın kongresini toplayıp kendini feshedeceğini açıklamasını üzerinden 5 hafta geçti. O günlerde AKP sözcüleri silah bırakma sürecinin ayları bulmadan haftalar içinde tamamlanmasını beklediklerini açıklamışlardı. Ancak gelinen noktada anlıyoruz ki hükümetin söz verdiği hukuki adımlarda epey bir gecikme var. Takip edebildiğim kadarıyla Kandil cephesinden epey bir homurdanma geliyor.
Bundan sonra da gelebilir.
“PKK KONGRESİ’NİN AÇILIŞ VE KAPANIŞINI DURAN KALKAN’IN YAPMASI ÖNEMLİYDİ, BELKİ DE İŞİN SAĞLAMA ALINDIĞININ KANITIYDI”
-Biraz daldan dala atlıyorum ama siz Kandil’deki yönetici kadroyu da çok iyi çalışmıştınız zamanında. Hatta önde gelen isimlere yönelik tespitleriniz TESEV için hazırladığınız 2011 tarihli ‘Dağdan İniş’ raporunuzda detaylı biçimde var. Şahin kanattaki isimlerden bahsederken en başta Duran Kalkan ve Cemil Bayık’ı sayıyorsunuz. Murat Karayılan’ın ‘şahin’ olmadığını not ediyorsunuz. Geçen 15 senelik süre içinde bu kişilerin pozisyonlarında değişiklik oldu mu size göre?
Hayır, esas olarak oradaki tespitlerim geçerli kaldı.
-Bugün de PKK Yürütme Komitesi üyesi Duran Kalkan ne zaman ağzını açsa “Eyvah süreci sabote mi edecek?” gibi bir hissiyata kapılmıyor değil insan.
Duran Kalkan için onu çok yakından tanıyan, çok ileri gelen bir Kürt şahsiyeti bana 27 Şubat açıklamasından sonraki sözlerine atıfla yarı şaka olarak şunu söyledi: “Duran Kalkan bir sohbette dahi en son söylenecek şeyi ilk başta söyler. Onu asla müzakere masasına oturtmayacaksın, o masa dağılır.” Şimdi buradan hareketle bana şaşırtıcı gelen şu oldu; feshin açıklandığı Kongre’nin açılış ve kapanış konuşmalarını Duran Kalkan yaptı. Belki de bu işin sağlama alındığının kanıtıydı.
“Irak KDP’si PKK’nın fesih açıklayacağına inanamadı”
-“En zor ikna olacak PKK’lı da ikna olduysa demek ki bu iş tamamdır” diye düşünülsün istenildi yani, öyle mi? Bir anlamda “En milliyetçi figür olan Bahçeli bile bu açılıma ikna ise herkes ikna olabilir” mesajı vermek gibi…
Aynen, çok güzel ifade ettin. Belki de oydu ama ben o zaman da Erbil’dekiler, özellikle de Irak’taki KDP’ler 27 Şubat açıklamasına rağmen inanamıyorlardı örgütünün silah bırakacağına. Benim görüşümü sordular, hatta onların medya organları mikrofon uzattılar. Ben de hep aynı şeyi söyledim; “Kati suretle kongre toplanır ve bu açıklamayı yaparlar” dedim. Herhâlde Öcalan o çağrıyı kongrenin sonucu aşağı yukarı etkileyeceğini bildiği bir sırada yaptı. Ve muhtemelen örgütüyle temas halindeydi. Bilgiye yakın şeyler duydum bu konuda.
“METİNDE KONGRE ÖNCESİNDE VE SIRASINDA PKK İLE ÖCALAN ARASINDA İLETİŞİM OLDUĞUNA DÖNÜK İFADELER VAR”
-Kamuoyuna açıklanmadı ama Öcalan’ın örgüt yönetiminden isimlerle telefonda görüştürüldüğü tevatürü çok konuşuldu.
Evet bu söylendi ve hep reddedildi. Ama 12 Mayıs’ta yayınlanan kongre bildirisini dikkatle okursanız, kongre öncesinde ve sırasında da bir iletişim olduğu izlenimi edinebileceğiniz ifadeler var. Bir de tabii 1 Ekim’de 2024’te Devlet Bahçeli’nin DEM Parti’nin ön sıralarına gelip el sıkmasıyla başlayan sürecin ne zaman başladığı konusu var. Doğrudur süreç öyle start aldı ama zaten o el sıkma iş belli bir kıvama geldikten sonra yapılmış bir şeydi. Yani aylar öncesinden İbrahim Kalın ve başka yetkililer ile Abdullah Öcalan arasında bir hazırlık var.
-31 Mart 2024 seçimleri sırasında start verildiği anlaşılıyor.
Ondan önce ya da hatta tam o esnada olduğu falan da söyleniyor. Tam yüzde yüz tarihi bilemiyoruz. Ama ben bunu şuna benzetiyorum; 100 metre yarışından önce atletler dizilir, tabanca patlar, koşu da o startla başlar. Şimdi Bahçeli’ninki o tabanca sıkılma anıydı. Atletlerin o yarışa katılacağına dair kayıt ettirmeleri, formalarını giyip stadyuma gelip işte piste çıkmaları falan işte onlar olmuştu zaten.
“ÖCALAN’IN İLK KATILDIĞI SİYASİ EYLEM BİZİMKİYMİŞ!”
-PKK kadrolarına dönelim…Orada sizin açınızdan enteresan bir anekdot da Murat Karayılan ile diyaloğunuzda var. İlk tanıştığınızda size diyor ki; “Biz sizi 68 kuşağının devrimci gençlerinden biri olarak tanıdık.” Daha da enteresan olan, Abdullah Öcalan Ankara Üniversitesi’nde öğrenciyken sizin ve Oral Çalışlar’ın organize ettiği bir eylemi görüp katılmış.
Evet, ilk siyasi eylemi oymuş. Hatta o 1993 görüşmesinde bunu anlatınca kendisine takıldım; “Aman bunu her yerde söylemeyin, millet sizi bu işlere sanki biz sokmuşuz sanacak” diye.
“MUSTAFA KARASU, SABRİ OK GİBİ ADAMLAR NEREYE GİDECEK? BÜYÜK SORU O”
-Ve siz Öcalan’ın bu kişisel tarihinden de hareketle ‘Öcalan Türk solunun zihin yapısı içinde yoğrularak bir Kürt isyanı başlatmış bir adam” diyorsunuz. Kendisiyle ilgili değişmeyen tespitiniz de Türkiye’de önemli bir siyasi aktör olmak istemesi. Peki PKK Yürütme Konseyi’ndekiler için durum ne? Onlar da mı Türkiye’de ‘birer siyasi aktör’ olmak isteyecek bu noktadan sonra? YPG ve PJAK komutanları için durum ne?
YPG’liler Suriyeli. Mazlum Abdi, Salih Müslim, İlham Ahmed hepsi Suriyeli. O yüzden işte Ahmet el-Şara ile görüşüyorlar ya zaten. Onların burada aktör olması söz konusu değil. PJAK’lılar da zaten İranlı. Ama Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Sabri Ok… Onlar için durum başka. Sabri OK’un ömrünün yarısı eski MİT Müsteşarı Emre Taner ile oturup görüşerek geçti. Türkiye hapishanelerinde 20 yılını geçirdi. Neden İran’a gitsin? Hakan Fidan keza bunları tanıyor. E ne olacak bu insanlara? Büyük soru o.
“‘TERÖRSÜZ TÜRKİYE’ LAFINI SEVMİYORLAR, BEN DE SEVMİYORUM AÇIKÇASI, ‘YENEN’ VE ‘YENİLEN’ GÖRÜNTÜSÜYLE BİR YERE VARILAMAZ”
-Beklenti bir ‘af’ o zaman öyle mi? Gerçi siz yine TESEV raporunda detaylı yazmıştınız, bu kadro ‘af’ kavramına da felsefi olarak karşı, sevmiyorlar ‘af’ lafını.
Sevmiyorlar. ‘Terörsüz Türkiye’ lafını da sevmiyorlar. Ben de sevmiyorum açıkçası. Yenen yenilen görüntüsü verilerek varılacak bir uzlaşma çok dayanıklı olmaz. İkide bir atıf yapılan ‘bin yıllık kardeşliğin güçlendirilerek tekrar tesis edilmesi, iç cepheyi sağlama almak’ böyle olmaz. ‘Yenen’ ve ‘yenilen’ görüntüsüyle oraya varılamaz. Bir de varacağın nokta hukuken eşit vatandaşlık değil mi?
“ŞU AN KONUŞTUĞUMUZ KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ DEĞİL, SADECE İSYANIN SONA ERMESİ, KÜRT SORUNU ÇÖZÜLMÜŞ OLMUYOR”
-Pek onunla ilgili bir emare görmedik henüz.
Şu anda yok. Ama zaten benim ısrarla, patent hakkını talep ederek, savunduğum tez şu; “Arkadaşlar bu konuştuğumuz Kürt sorununun çözümü değil. Fesih açıklanınca Kürt sorunu çözülmüş olmuyor.”
-E ne oluyor o zaman? Neyi konuşuyoruz şu an?
Bu, Kürt isyanının sona ermesi. Kürt sorunu çözülmüyor. Kürt isyancılarının hukuki durumu belli değil. Mezopotamya Ekspresi’nde Turgut Özal’ın ne düşündüğünü de yazmıştım. Onun kafasındaki tezle bugün olması gereken şey aşağı yukarı aynı. Aşamalı, bazılarının derhal normal vatandaş statüsü kazanabilecekleri, belli sayıdaki insanın bilmem kaç sene sonra o konuma gelebilecekleri kademeli bir geçiş. Türkiye’nin mevcut ceza kanunu ve infaz kanununda çok ciddi değişiklikler yapılmadan o işin altından kalkamayız biz.
“ÖCALAN KAMUOYUNDAKİ 19 MART RAHATSIZLIĞININ FARKINDALIĞI İÇİNDE, O HİKÂYEYİ HİÇ BEĞENMİYOR AMA ÇOK GERÇEKÇİ BİR ADAM”
-Farkındaysanız bu kadar şey konuştuk, Öcalan’ın ‘demokratik toplum’ tasavvurundan bahsettiniz ama Türkiye demokrasisinin şu an karşı karşıya olduğu erozyon bu konuşmaların hiçbir yerinde yok. 19 Mart operasyonundan 10 gün önce DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan, onunla yaptığım söyleşide, Öcalan’ın kayyım atamalarını, yazar-çizer tutuklamalarını çözüm sürecine sabotaj olarak gördüğünü söylemişti. Ama bu yönde ifadeler kamuoyuna açıklanan metinlerde pek yok. Muhalif kamuoyunda iktidara yönelik bir eleştiri olarak “Kürtlerle barışırken Türk muhaliflerle mi savaşacaksınız?” şeklinde genel bir soru işareti dillendiriliyor. Partiniz bu rahatsızlığın ne kadar farkındalığı içinde? Öcalan ne kadar farkında ya da 19 Mart Öcalan’ın ne kadar umurunda?
Öcalan’ı ben açık açık bunun farkındalığı içinde görüyorum. Son görüşme notlarına bakınca bunu görüyorum.
-Aynı notları ben de okudum. Ama sizin ‘açık açık’ dediğiniz şeyi ancak cümlelerini süzünce görebiliyorum, çok derinde.
Şimdi Öcalan gerçekçi bir adam bir kere. Hem birtakım hayalleri var hem çok ütopik görüşleri var. Bir yanıyla da “Bu kadar ütopik bir adamın bu kadar gerçekçi bir yaklaşımı nasıl olabilir?” dedirtecek şeyler var. Mesela DEM Parti’ye “Siz engelleyemediniz kayyımları, CHP de engelleyemedi. Gücünüz yok” diyor.
“ÖCALAN, ÖZGÜR ÖZEL VE SEZGİN TANRIKULU İLE GÖRÜŞMEK İSTİYOR, ÇÜNKÜ CHP’Yİ ÇOK ÖNEMSİYOR”
-Ama devleti gücünü ellerinde tutanların demokratik kurumların gücünü nasıl tırpanladığına, muhalefete siyaset alanı bırakmadığına, sanığı kıyafetsiz hale getirdiğine dair tek cümle kurmuyor.
Hayır, hiç beğenmiyor o hikâyeyi. Onu görüyor, o yüzden “Güçlenin, gidin halka” diyor. Şunu da söylüyor; “Benim derdim AK Parti ya da Cumhur İttifakı değil, Türkiye devleti. Ve Cumhuriyet Halk Partisi de devlet gibi.” Zaten o yüzden Özgür Özel‘le görüşmek istiyor meseleyi. “Sezgin Tanrıkulu ve Özgür Özel’i bekliyorum” diyor. Odadaki devlet yetkilisi de “Özgür Bey’i sanmıyorum ama Sezgin Bey gelebilir” diyor.
“SIRRI SÜREYYA VE PERVİN BULDAN’IN İLK İMRALI ZİYARETİNDE O KADAR ÇOK CHP VURGUSU YAPMIŞ Kİ, SIRRI DÖNER DÖNMEZ ÖZGÜR ÖZEL’İ ARADI”
-Neden Özgür Özel değil de Sezgin Tanrıkulu gidebilir?
Devlet istemiyor herhalde. Ama Öcalan, Cumhuriyet Halk Partisi’ni çok önemsiyor. Ben tam burada bendeki önemli bir bilgiyi paylaşmak isterim. Kasım ayında Sırrı Süreyya (Önder) ve Pervin’in (Buldan) İmralı’ya yaptığı ilk ziyarette Öcalan o kadar çok CHP’den söz ediyor ki. “CHP olmadan çözüm olmaz. Mutlaka mecliste komisyon kurulmalı ve CHP aktif olmalı” diyor. Bunun üzerine Sırrı Süreyya İmralı’dan gelir gelmez Özgür Özel’i arıyor. “İmralı’dan şimdi geldik, sizden çok bahsetti” diyor. Özgür Özel de tam o noktada DEM Parti heyetini kabul etmekte kararsız, bunun üzerine kendisi kabul etmeye karar veriyor. Yani Öcalan en başından beri Cumhuriyet Halk Partisi’nin sürecin çok önemli bir aktörü olmasını talep ediyor.
“İÇ CEPHENİN TAHKİMİ CHP’SİZ BAŞARILAMAZ, HEM DE CHP SAYISAL OLARAK BİRİNCİ PARTİYKEN, HEM DE BAŞINA GELENLERİN BİR KISMI DEM SEÇMENİ İLE İTTİFAK YÜZÜNDEN GELMİŞKEN”
-Öcalan’ın o çok önemsediğini söylediğiniz CHP’nin Genel Başkanı Özgür Özel ise geçen hafta ‘iç cephenin güçlendirilmesinin 19 Mart’tan geçtiğini’ söyledi. Yani CHP’ye göre iç cephenin güçlendirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ‘ahtapotun kolları’ diye diye sahip çıktığı İBB operasyonuyla zirveye ulaşan CHP’ye yönelik siyasi kuşatma politikası. Siz DEM Parti olarak bu durumun ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini olumsuz etkileyen bir şey olabileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa o hat ayrı bir şekilde ilerleyebilir mi?
Bence çok sıkıntılı bir ortam bu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun silahlı isyanının sona ereceği ve iç cephenin tahkim edileceği bu süreç CHP’siz başarılamaz. Hele de yabana atılamayacak iddiaya göre CHP’nin sayısal olarak birinci parti olduğu şu ortamda. Üstelik CHP’nin belediye başkanlarının bir kısmının başına gelen DEM seçmeniyle ittifak yüzünden! Böyle bir ortamda güçlendirilmiş iç cephe de barış da olmaz. Ayrıca zaten Kürt sorunu, demokratikleşmeden çözülebilecek bir şey değil. Şu anda konuştuğumuz konu da demokratikleşmeme. Sorduğun soru Türkiye’nin demokratik olmamasına, otokratik yapısını tahkimine işaret ediyor. Böyle bir ortam elbette ki çözüm sürecine, her şeye de izdüşümünü bırakır. Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan; eğer iç cepheyi gerçekten tahkim etmek istiyorsanız, Kürt toplumunun arzusu isteği buna yetmez, Cumhuriyet Halk Partisi’ni yabancılaştırarak, devre dışı çıkararak, kriminalize ederek bunu yapamazsınız. Hem de bütün bunları siyasallaşmış bir yargı eliyle yapıyorsanız… Bu yargının ne olduğunu biliyoruz biz yani. Ona sen bunu yaparsan yarın bana daha da kolay yaparsın, biliyoruz bunu.
“ETKİN PİŞMANLIK İFADELERİ HİÇBİR ŞEY İFADE ETMİYOR, KENDİ DENEYİMİMDEN BİLİYORUM!”
-Bugün yargılamalarda gördüğümüz yöntemleri iyi bildiğinizi söyleyince, hatırıma ‘andıç’ vakasında nasıl fişlendiğiniz geldi. Size ve rahmetli Mehmet Ali Birand’a ‘PKK’dan para alma’ suçu atılmaya çalışılıyor ve bu iddianın etkin pişmanlıktan yararlanan PKK’lı Şemdin Sakık tarafından gündeme getirildiği söyleniyor. Aslında Şemdin Sakık’ın böyle bir ifadesi olmadığını bir savcı sayesinde öğreniyorsunuz.
Savcı takipsizlik verdi çünkü Sakık’ın öyle bir ifadesi yok. Savcı da diyor “Böyle bir ifade yok” diye. Ben de diyorum ki; “O zaman ben neyin ifadesini veriyorum?”
-Kitapta bu size yapılan için ‘Genelkurmay’ın bir psikolojik harp harekatıydı’ ifadesini kullanıyorsunuz. Hatta o olmayan ifadeyi kaleme alanların da bazı komutanlar olduğunu ileri sürüyorsunuz.
Tabii canım, Genelkurmay İkinci Başkanı, Genel Sekreteri vesaire… Türkiye’nin bu ‘etkin pişmanlık’ bilmem ne konularındaki kirli sicili çok kabarıktır. Biliyoruz bunları yani.
“TAYYİP BEY’İN BUNU NASIL YAPABİLDİĞİ KONUSUNDA HAYRETE DÜŞTÜM, AK PARTİLİLERE DE SÖYLEDİM”
-O halde bugün İBB soruşturmasında Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları aleyhine ‘etkin pişmanlık’ kapsamında verilen ifadeler sizin için pek de bir şey ifade etmiyor, öyle mi?
Hiçbir şey ifade etmiyor. Ben bunu 19 Mart’ın hemen ertesindeki bir sohbette meclisteki AK Partililere de söyledim. “Ben çok ayrı pozisyonlarda olsak da Tayyip Bey’in siyasi zekasına büyük hayranlık duyan biriyim. Böyle büyük bir oyuncunun bunu nasıl yapabildiği karşısında hayrete düştüm. Adamın diploması iptal ediliyor, daha nefes almadan ertesi sabah kapısına 200 polis gönderip evini kuşatıyorsun. Bunları böyle üst üste yaptığın anda bu ülke nüfusun ezici çoğunluğuna sen şunu demiş oluyorsun: ‘Bu adam beni yenecekti. ben siyasi bir operasyon yapıyorum’. Sen bunu yaptıktan sonra adamın birinden para alırken görüntüsünü yayınlasan yine de inandıramazsın bu milleti.” Geçin bunları!
“BUGÜNE KADAR GETİRDİĞİM TECRÜBE İŞLEVSEL OLACAKSA KONUŞMANIN BİR ANLAMI OLABİLİR”
-Dedikodulara göre Abdullah Öcalan sizinle ve Hasan Cemal ile görüşmek istiyormuş. Davet geldi mi?
Öyleymiş. Yakın zamanda bir kez daha söylemiş beni görmek istediğini.
-İkinizin de Kürt meselesi üzerine en çok mesai yapan gazeteciler olduğunuz malum. Ancak sizin Öcalan’ı çok eleştiren yazılarınız var. Hatta Mezopotamya Ekspresi’nde Öcalan’ı tanıyanlarla yaptığınız görüşmelerden, onun metinlerini analiz etmekten çıkarımınız şu; “Öcalan bir megaloman”. Kendisinin bugün bunları yazmış, düşünmüş biriyle görüşmek istemesine şaşırdınız mı?
Benimle görüşmek istiyor olması hoşuma gitti, itiraf edeyim. Bugün milletvekili olduğum için değil bugüne getirdiğim tecrübe ve birikimin işlevsel olma ihtimali olduğu için hoşuma gitti. İşlevsel olacaksa konuşmanın bir anlamı olabilir. Öcalan için ne yazmış söylemiş olursam olayım, Öcalan çok önemli bir şahsiyet çünkü milyonlarca Kürdün adeta – tırnak içinde söylüyorum- yarı tanrı muamelesi yaptığı birisidir. Senin görüşün ne olursa olsun, o konumu itibarıyla değerlendirmen gereken birisidir. Öyle birisi de beni görmek istiyorsa, o zaman ben de bugünün Türkiye’sinde bütün bu bilgi birikimim, deneyimimle işlevsel olabilirim diye görüşmenin bir anlam taşıyacağını düşünürüm. O görüşmeden çıktıktan sonra bir işe yarayalım diye.
“BUNU YAZ Kİ ÖCALAN OKUSUN!”
-Siz bunu da yazdınız, Öcalan etrafında örülen ‘kişi kültü’ meselesini. Burası beni bir kadın olarak rahatsız ediyor. Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan da üzerlerine ‘kişi kültü’ yüklenen erkek liderler. Şöyle bir görüntü var dolayısıyla da; üç erkek lider kişi kültü üzerinden yürüyen dikey bir ‘çözüm’ dayatmasıyla karşı karşıya Türkiye toplumu.
Öcalan kadınların tarafını tutar aslında ama bu görüşün önemli. Bunu yaz, yaz ki Öcalan okusun. Okumasında yarar olabilir.
Haber Merkezi