
■ Politika’dan Yorum
Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin TBMM’de DEM Parti sıralarına giderek tokalaşması ile kamuoyuna açık edilen hükümet ile Abdullah Öcalan arasındaki yeni o dönemde adı konmamış yeni sürecin üzerinden yedi aydan fazla zaman geçti. Bu zaman zarfında 27 Şubat’ta Öcalan, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nı yayınladı. Bu çağrı PKK’nin feshedilmesi ve silahlı mücadelenin bırakılması konularını da içeriyordu. 5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde de PKK 12. Kongresi’ni yaparak, fesih kararı aldığını açıklayarak hem Türkiye, hem Ortadoğu hem de dünya halkları bakımından son derece tarihsel adımlar atıldı.
PKK’nin fesih kararı, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın yarattığı koşulların belirlediği Kürtlerin “ulusal kendi kaderini tayin hakkı” sorununun yüz yıllık evriminin yeni bir aşamasını işaret ediyor. Kürt Sorunu, emperyalist anlaşmalara dayalı olarak belirlenen “ulusal devletler”in asimilasyon, ağır sömürü, katliam ile inşa ettikleri “cumhuriyet”lerin demokratikleştirilmesi sorunu olarak bugüne kadar geldi. TKP’nin 1920’deki kuruluş kongresi ve ilk programından itibaren ve TİP’in Doğu Mitingleri, DDKO örgütlenmesi, ardından İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt sorunundaki devrimci programı ile belirginleşen Kürtlerin “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” konusu 1978’de kurulan PKK’nin kuruluşu ile pratik bir boyut kazandı. O günlerden bugüne Kürt halkı -“dört parça Kürdistan”da ve Türkiye ile Avrupa metropolleri dâhil olmak üzere- en önemli demokratik güç olarak ülke ve bölge siyasetinde yerini aldı. Silahlı bir hareket olarak PKK, Türk devletinin yüzlerce sınır-içi/ötesi operasyonlarına rağmen yenilemedi, aksine daha da güçlendi. Kürt siyasal partileri yasaklama, tutuklama ve cinayetlere rağmen Türkiye’nin üçüncü büyük partisi oldu. Sadece bu partilerdeki “eş başkanlık” ve kadın meclislerinin parti içindeki özerk yapıları bile en demokratik burjuva partisinde bile olmayan bir demokratik ilerici niteliğin kanıtıdır. Bütün bileşenleriyle Kürt siyasi hareketinin Türkiye ve dünya sol, sosyalist hareketleriyle her düzeyde işbirliği de ayrıca bu demokratik niteliğin gücünün diğer kanıtıdır.
Kuşkusuz silahlı ve illegal bir parti olan PKK’nin feshi Kürt siyasi hareketinin bu demokratik niteliğini bir çırpıda yok olması anlamına gelmiyor. Nitekim son sürecin başından beri de Öcalan ve Kürt siyasi hareketinin diğer bileşenleri DEM Parti, PKK ve diğer demokratik kurumlar sürekli Türkiye’nin demokratikleştirilmesini “demokratik cumhuriyet” istediklerini her fırsatta dile getirmekten vazgeçmediler. Gerek Öcalan, gerek DEM Parti, gerek PKK, başta sol, sosyalist güçlerin sürecin demokratikleşme yolunda ilerlemesi için daha fazla sorumluluk alması gerektiği için çağrılar yaptı, yapıyor. Özel olarak, her fırsatta Cumhuriyet’in kurucu partisi olduğunu belirten CHP’nin muhatap olarak sürece aktif olarak dâhil olması için çağrı yapılıyor. Konunun TBMM gündemine getirilmesi ve asıl çözümün orada geliştirilmesi istemi ortaya konuyor.
Kürt tarafının, Saray iktidarı ile belli sınırlar ve koşullar dâhilinde bir süreç yürüttüğü ve bundan dolayı da belli prosedürlere uyulmak zorunda olunduğunu hep birlikte görüyoruz. Bu tür süreçlerin sağlıklı yürütülmesi belli konspiratif kuralların uygulanmasını gerektirir. Kimi demokratik çevreler sürecin muhtevası konusunda kamuoyuna yeterli bilgi verilmemesini eleştiriyor. Diğer yandan konu yani süreç belli bir aşamaya gelene kadar bazı bilgilerin ve gelişmelerin sınırlı bir çevrede saklı tutulmasının da bu tür süreçlerin doğasına uygun olduğunu değerlendirmek ama PKK 12. Kongresi’ni yapıp kararlarını açıkladıktan sonra bunun değişmesi gerektiğini, konunun TBMM’de kamuoyuna açık ele alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Saray iktidarı ile Kürt siyasi güçleri arasındaki görüşmeler ve Kürt tarafının attığı adımlar “AKP karşıtı” ulusalcı kesimleri hezeyana uğratırken bazı muhalif partiler, kesimler nezdinde ikircimler yaratmış durumda. Sürecin daha açık, katılımcı ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin büyütülmesi için fırsata çevirmek yerine bu ulusalcı kesimler, AKP-MHP ile yer değiştirerek en faşist, en ırkçı söylemlerle Kürtlere saldırıyor. Sözcü TV’de “müstavi tümgeneral” Cihat Yaycı denen şahıs, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e “Kürt deme” çağrısında bulunuyor. AKP-MHP etrafında toplanan çeteler ve uyuşturucu ağları ile ilgili haberleri ile kamuoyunca takdir toplayan gazeteciler, Fatih Altaylı’nın çay servis ettiği Onlar Tv’de bütün siyasi çapsızlıkları ile Kürt düşmanlığı yapıyorlar şehvetle. Sözcü Tv, Halk Tv, Tele 1 ulusalcı şovenist histerinin borazanlığını yapıyor.
Bazı sol partiler ise Kürt tarafından gelen çağrılar yerine AKP-MHP iktidarının açıklamalarına, adımlarına göre süreci değerlendirmeye, sorumluluk almak yerine “bakalım ne olacak”, hatta “bu iktidarla barış olmaz” demeye devam ediyorlar.
Bu partiler kuru bir “barış iyidir” dedikten sonra, barışın sağlanması için ne yapmak gerektiğini, Kürt sorununun demokratik çözümü için kendi programlarını açıklamak yerine ya iktidar tarafına ya Kürt tarafına eleştiriler dizmeye başlıyor. İktidarın ya da PKK’nin çözüm önerilerinden bağımsız olarak bir parti olarak sizin Kürt sorununun çözümü için öneriniz nedir, bu önerinizi hayata geçirmek için ne yapacaksınız? Örneğin taraflar ne yapacak bakalım demek yerine, neden bu partiler bir araya gelerek kendi çözümlerini deklare etmiyorlar, birkaç cümlelik açıklamalarla sessiz kalmayı tercih ediyorlar. İmamoğlu’nun tutuklanması için yürüyüşler, mitingler tertipleyenler Kürt Sorunu’nun çözümünü de içeren “Barış ve Demokratik Toplum” için neden aynısını yapmıyor?
Sol Parti “silahların susmasının getireceği iyilik, iktidarın varlığını sürdürmesine hizmet eden bir kötülüğe payanda yapılmamalıdır” diyor. BirGün gazetesi de “iktidar ve yandaşlardan gelen ilk açıklamalar… iç politikada ise yeni Anayasa formülü ile Kürt hareketini yanına çekerek muhalefeti bölmek, bu sayede rejimin ömrünü uzatmak ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir kez daha başkanlık koltuğuna oturtmak üzerine inşa edildiği görülüyor” diyor. Peki, sürecin “iktidarın varlığını sürdürmesine hizmet eden bir kötülüğe payanda yapılmaması”nı kim nasıl sağlayacak? Sol Parti bu konuda ne öneriyor? Ne yapacak? BirGün’ün “yeni Anayasa formülü ile Kürt hareketini yanına çekecek” iddiası ise evlere şenlik! Ne kolaymış bu “politika servisi”! Kürt hareketi bu kadar edilgen, apolitik bir hareketti, iktidar niye şimdiye kadar yanına çekemedi? Yeni Anayasa’da Kürt Sorununun çözümüne dair Kürt siyasi güçlerinin taleplerinin karşılanması durumunda BirGün “hayır” çağrısı mı yapacak?
CHP, bir taraftan son yıllarda Kürtlerin oyu sayesinde belediyelerde iktidara gelmesinin yarattığı olumlu havayı bozmamak için barışı savunuyor gözükürken, “yeni Anayasa” yapılmasına karşı olduklarını ilan ediyor. Peki CHP’nin Kürt Sorununun çözüm önerisi nedir? Örneğin Kürt siyasi güçleri 1924 Anayasası’nı değil, 1921 Anayasası’nı esas alan ve Kürtlerin de Cumhuriyet’in kurucu iradesi olduğunu kabul eden bir Anayasa istiyor. Anadilde eğitim istiyor. Bu düzenlemeler Anayasa değişmeden nasıl yapılacak? Cumhuriyet’in “tek dil, tek din, tek etnik (Türk) kimlik” ideolojisini esas alan Anayasa değişmeden demokratikleşme nasıl sağlanacak?
İktidarın “yeni Anayasa” ile kendi ömrünü uzatmak isteyeceğini bilmeyen mi var? AKP-MHP kendileri istediği için mi “bebek katili” vb dedikleri Öcalan’ı muhatap aldılar? Eğer hayır diyorsak, “yeni Anayasa” da iktidar demokratlaştığı için değil, değişen koşullar ve muhalefetin baskısı ve başarısı sayesinde ancak demokratik olacaktır. Kaldı ki, Saray Rejimi’nin değiştirilmesi ve CHP’nin savunduğu “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e geri dönüş için bile Anayasa değişikliği gerekmiyor mu? Her şeyden bağımsız olarak 12 Eylül ürünü ve AKP’nin iğdiş ettiği mevcut bu Anayasa ile mi “restorasyon” ya da demokratikleşme sağlanacak? Muhalefetin kamuoyu nezdinde bu kadar güçlü olduğu bir dönemde, hem 12 Eylül’ün yükünden kurtulacak hem de AKP’nin iğdiş ettiği bu Anayasa’dan kurtulmak için neden karşı hamle yapılarak gerçekten demokratik bir anayasa tartışması açılmıyor? İktidarın elinden anayasa kozu başka türlü nasıl alınabilir?
Bu konuda son olarak DEM Parti Grup Başkanvekili ve Kars Milletvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in yaptığı açıklamaya yer vermek gerekir: “Bu yüzyıllık meseleyi, 40 yılı çatışmalı geçmiş bir meseleyi, Kürt sorununu getirip AKP’ye ve AKP’nin de yeniden bir seçim kazanma meselesine indirgediğimizde, oraya sıkıştırdığımızda hem meseleyi gerçek anlamda ıskalamış hem de bütün bu süreçlere katkı koyan ve mücadele eden insanlara çok büyük bir haksızlık yapmış oluruz. Hiçbirimiz, en azından DEM Parti’de siyaset yapanlar olarak AKP’nin istikbali için mücadele etmedik. Arkadaşlarımız AKP’nin bir dönem daha iktidarda kalması için cezaevlerine girmediler.
Hepimiz temel hak ve özgürlükler ve bu ülkenin demokratikleşmesi için mücadele ediyoruz. Bu nedenle Kürt sorunu gibi bir meseleyi getirip AKP’ye, Erdoğan’ın yeniden bir dönem daha seçilmesine indirgemek büyük bir haksızlık açıkçası. Bizim masamızda yeni bir anayasa olacak da AKP desteğe gelecek de biz de ona destek vereceğiz diye bir başlık ya da gündem yok.”
Sürecin dumura uğrattığı başka kesimler de var: Örneğin devletten icazetli resmi “TKP”’nin baş demagogu Kemal Okuyan, “Silahların susması, bir anlaşma, bir barış, buna itiraz edilemez. Bu iyi de bir şey. Silahların susmasının dışında neden iyi bir şey? Çünkü kimse bu sorunun arkasına saklanamayacak artık. Herkesin daha açık bir biçimde nasıl bir Türkiye istediğini söylemeye başlaması gerekecek bugünden itibaren” diyor. Yani “silahların susması”nın Kürt sorununun çözümü bakımından bir önemi yok! Kürt sorunu herkesin nasıl bir Türkiye istediğini söylemesinin önünde de bir engelmiş! Yani Kürt sorununun da bir önemi yok zaten Okuyan için.
Kemal Okuyan’ın takıldığı diğer konu ise, PKK’nin 12. Kongre Sonuç Bildirisinde Kürt Sorununun başlangıcı olarak 1924 Anayasası ve Lozan Anlaşmasının gösterilmesi. Okuyan’a göre “AKP’nin bütün temel tezleri bunun üzerine kuruluyor.” Kendisi ve Sol Parti gibi partiler “Cumhuriyet’in kazanımları”nı savunmayı AKP karşıtlığı çizgisi haline getirdikleri için Cumhuriyet’in kuruluşunun tartışılmasını kendi çizgilerinin de iflası olarak görüyorlar.
Bunu söylerken de Okuyan bir gerçeği söylemekten kaçamıyor: “Cumhuriyet’in kuruluşu, bir ilerlemedir, bir devrimdir ama öte yandan Anadolu’daki eşitsizlikler ortadan kalkmamıştır. Silah altına alınan, hayatını kaybeden, emek verenler yoksul kalmaya devam etmişlerdir Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra. Sınıf ayrımları ortadan kalkmamış, derinleşmiştir.”
Bu Okuyan’ın, “Medusa’nın Salı” ekibi ve diğer şürekâ, hep birlikte, daha cenazesi kalkmadan Sırrı Süreyya’nın “Bu Cumhuriyetin neyinden hayrını görmüşüm? Konya’daki yoksul köylüye ne faydası olmuş? Zonguldak’taki işçiye ne faydası olmuş? Diyarbakır’daki Kürt’e ne faydası olmuş?” sözleri üzerinden saldırıya geçmişlerdi.
Peki Okuyancılarca yere göğe sığdırılamayan Cumhuriyet’in “ilericiliği”, “devrimciliği” nerededir?
Okuyan’a göre; “Bu işin Kürt kısmı ise şudur, bu sınıf ayrımlarında Kürt halkını temsil edenler aşiret reisleridir. Tarikat liderleridir. Cumhuriyet bu sorunu çözemedi ve bu sorun Kürt sorununu derinleştirdi.” Kürtlerin temsilcileri –hadi öyle olduklarını kabul edelim- “aşiret reisleri, tarikat liderleri” idi de Türklerin temsilcileri kimlerdi? Mustafa Kemal hangi sınıfın ya da kesimin temsilcisidir? Kendisi bir cumhuriyetçi midir? Hatta Cumhuriyet’i kuran kadroda bir tane Cumhuriyetçi var mıdır? Mustafa Kemal, “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” deyip Cumhuriyet’i ilan ederken Meclis’te bir tartışma mı açmıştır? Gerçekten cumhuriyet kurmak isteyen güçler (başta komünistler olmak üzere) kimler tarafından katledilmiştir? Birinci Meclis ve 1921 Anayasası neden feshedilmiştir?
Bu sorular geçmişle ilgili değil, bu partilerin bugünkü pozisyonları ile ilgilidir. Çünkü bu partiler, solculuk, komünistlik adıyla “Cumhuriyet’in kazanımları”nı savunarak, başta Kürt sorunu olmak üzere sınıfsal sorunlar da şovenist, sınıf işbirlikçisi politikalarla kendilerini korumaya almaya çalışmaktadırlar. Okuyan, Kemalistlerin de Cumhuriyet’in sınıfsal boyutunu tartışmaktan kaçınamayacaklarını söylüyor ama kendisi sınıftan, tarihten kaçmaya devam ediyor.
PKK’nin 12. Kongre açıklaması açık bir çağrıyı içeriyor: “Bu aşamada Türkiye Büyük Millet Meclisinin tarihi sorumlulukla rolünü oynaması önemli olmaktadır. Aynı şekilde hükümet ve ana muhalefet partisi başta olmak üzere mecliste temsili bulunan tüm siyasi partileri, sivil toplum örgütlerini, din ve inanç topluluklarını, demokratik basın kuruluşlarını, kanaat önderlerini, aydınları, akademisyenleri, sanatçıları, işçi-emekçi sendikalarını, kadın-gençlik örgütlerini, ekolojist hareketleri sorumluluk altına girerek barış ve demokratik toplum sürecine katılmaya çağırıyoruz.
Türkiye’nin sol-sosyalist güçleri, devrimci yapı, örgüt ve şahsiyetlerinin Barış ve Demokratik Toplum sürecini sahiplenmeleri ile halkların, kadınların ve ezilenlerin mücadelesi yeni bir düzey kazanacaktır.”
Gerçekten demokrasi, Kürt sorununun barışçıl çözümünü isteyenler bakımından süreç tam bir turnusol kâğıdı olacaktır. Her kim ki barış ve demokratik toplum konusunda ikircimli, seyirci ya da karşı pozisyon alırsa o halklar nezdinde hak ettiğini bulacaktır. Solcuların, sosyalistlerin halklarımızın kaderini ilgilendiren bir konuda hayırhah tutumlar almaya ne hakkı vardır ne de haddi. Kendi korku duvarlarını yıkıp, bahanelerini bir kenara bırakıp, Kürt sorunun barışçıl, demokratik çözümü için harekete geçmelidirler.