
Eskişehir’de çıkan orman yangınını söndürme çalışmalarında 10 orman işçisi yaşamını yitirdi. Olayın ardından kamuoyunda sendikaların sorumluları hesap vermeye çağırması beklenirken, iktisatçı Mustafa Durmuş’a göre DİSK dışındaki konfederasyonlardan herhangi bir açıklama gelmedi. Durmuş, sendikaların yangınlarda yaşamını yitiren emekçiler için ciddi bir tepki göstermemesini eleştirdi.
Durmuş, orman işçilerinin sosyal güvenceden yoksun, sigortasız ve sendikasız çalıştırıldığını, AKP döneminde uygulanan “dikili satış” yöntemiyle yoksullaştırıldıklarını belirtti. Suriyeli ve Afgan işçilerin ucuz iş gücü olarak tercih edildiğini ifade eden Durmuş, bu koşulların iş kazalarını artırdığını ve yıl başından bu yana 276 orman işçisinin yaşamını yitirdiğini aktardı.
Yazının tamamı şu şekilde:
Eskişehir’deki orman yangınını söndürme çalışmaları sırasında hayatlarını kaybeden 10 emekçinin ardından normalde işçi sendikalarının açıklama yapmaları ve sorumluları hesap vermeye çağırmaları beklenirdi. Ancak 24 Temmuz itibarıyla konfederasyonlardan (DİSK dışında), hiçbiri bu konuya ilişkin bir açıklama yapmadı.
15 Temmuz Darbe Girişiminin yıldönümünde bu darbe girişimini kınayan ve şehitleri anan HAK-İŞ ve TÜRK-İŞ acaba neden “orman şehitleri” yle ilgili benzer bir açıklama yapıp, sorumluların ortaya çıkarılarak hesap sorulması için iktidara çağrıda bulunmadılar?
Aslında orman işçiliği konusunda bir başka vahim durum daha mevcut. Ormanda ağaç kesim (üretim) işlerini yaklaşık 500 bin orman köylüsü “bahisi fiyat” (birim fiyat) yöntemiyle yürütüyor. Bu işçiler sosyal güvenceden yoksunlar. Yani sigortasız ve sendikasızlar. AKP döneminde üretim işleri “dikili satış” yöntemiyle tüccara verildiği için, bu işçiler sahada yoksullaştırıldılar.
Ayrıca tüccarlar, Suriyeliler ve Afganlar gibi daha ucuz iş gücünü tercih ediyor. Böyle bir çalışma düzeni iş kazalarını artırıyor. Öyle ki bu yılın başından bu yana 276 orman işçisi yaşamını yitirdi ve bu ölenlerin sadece 12’ si isteğe bağlı sigortalı idi.
Çuvaldızı iktidara, iğneyi sendikalara
Orman işçileriyle ilgili bu durumu, siyasal iktidarın neo-liberal politikalarının yanı sıra, kısmen işçi sendikalarının bugün itibarıyla içinde bulundukları “sefil” durumla açıklayabiliriz. Yani çuvaldızı iktidara batırırken, iğneyi de sendikalara batırmak gerekiyor.
“Sefil” derken parasal anlamda sendikaların yoksulluğundan söz etmiyoruz zira bu suskun sendikalar, büyük ölçüde, nakit ve gayrimenkul zengini konumundalar. Sefilden kastımız sendikaların artık işlevsiz olmaları, ortaya çıkış amaçlarına uygun davranmamaları, hatta düzenin sürdürülmesinde adeta bir tampon görevi yapmaları.
Oysa işçi sendikaları, sosyolojik olarak, işçi sınıfı örgütleridir. Ücretli emeğe dayalı kapitalist sistem içinde var olurlar. Ücret, sosyal haklar, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve istihdamın korunması gibi konularda işçiler adına sermayedarlarla müzakere ederler.
Küçük burjuva önderlik
Ancak sendikalar genelde küçük burjuva önderliğe sahiptirler. Sendika bürokratları ise, pratikte, ücretli sistemde pazarlık yapma konusunda uzmanlaşmış bir kast olarak küçük burjuva, hatta burjuva yaşam standardına sahip olabilen sendikacı katmanları biçiminde olabiliyor. Bu konumları sendikaların suskunluğunun ve kaypaklığının önemli nedenlerinden birini oluşturuyor.
19. yüzyılda İngiltere’de sendikaları (işçi birlikleri) ortaya çıkaran temel neden, kapitalizm altında işçi sınıfının çok kötü koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda kalmalarıydı. İşçiler zamanla bu koşulları değiştirebilmek için birlikte mücadele etmek gereğini kavradılar. Ayrıca sermaye sınıfının işçileri bölerek birbirlerine karşı kullanmalarını önlemek için de işçiler sendikalarda örgütlendiler.
Zaman içinde sendikalar çok güçlendiler. Örneğin “kapitalizmin altın çağı” olarak da adlandırılan 1950-1980 arasında işçi sınıfı ve sendikalar bugüne kıyasla çok daha güçlüydü. Ancak neo-liberal dönem olarak da adlandırılan 1980’lerden itibaren, kapitalizm içinde sınıfsal güç dengesi sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değiştiğinden, bugün artık eski güçlerine (hem üye hem de sınıfsal bilinç anlamında) sahip değiller.
Öyle ki neo-liberalizmle birlikte üretimden gelen gücün zayıflamasıyla artık, kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen, “itibarsız” bir işçi sınıfı oluştu. Çünkü sermaye sınıfı ve onun işini kolaylaştıran devlet açısından; örgütsüz, güvencesiz, yarı zamanlı çalıştırılan, düşük ücretli ama daha da önemlisi uysal bir işçi sınıfının varlığı gerekli ve yeterliydi.
Sendikalaşma oranlarındaki keskin düşüş!
İstatistikler genel olarak dünyada sendikalardan kaçışın sürdüğünü gösteriyor. Öyle ki sendikalaşma oranı (sendika yoğunluğu) bu süreçte sürekli olarak düştü. Gelişmiş 24 ülkeye ait veriler sendika yoğunluğunun son 20 yılda 24 ülkenin 21’inde, son 30 yılda ise 24 ülkenin 22’sinde azaldığını gösteriyor. Hatta “dayanışma aidatı” gibi uygulamalarla toplu iş sözleşmesinden (TİS) faydalananları da kapsayan “sendikal kapsama oranları” bile düştü. (1)
Türkiye’de de sendikalı işçi sayısı ve oranı benzer biçimde düşüyor. En son temmuz ayında yayınlanan sendika üye istatistiklerine göre; sendikalı işçi sayısı Ocak’ta 2,524,515’ten Temmuz’da (94,988 azalarak) 2,429,527’ye düştü. Oysa bu yedi ayda çalışan işçi sayısı 461,410 arttı.
Bir başka anlatımla, bu yılın Ocak-Temmuz döneminde çalışan işçi sayısında artış olmasına rağmen, ortalama sendikalaşma oranı ülke genelinde yüzde 14’te kaldı. Dahası, ayrıntılara bakıldığında bu oranı aşan sadece beş sendikanın bulunduğu görülüyor. Bunların üye sayısı ise toplam üyelerin yüzde 41’i. Böylece kalan yüzde 59’un sendikalaşma oranı yüzde 5’in altına düşüyor. 4,5 milyon civarında çalışan ile en büyük işkollarının başında gelen 10 No’lu İş Kolunda, sadece üç sendika yüzde 1’in üzerinde paya sahip iken, diğer sendikalara üye işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 1’in çok altında kalıyor. (2)
Toplu İş Sözleşmesi (TİS) olarak adlandırılan pazarlık biçimleri de giderek farklılaştı (bu biçimler ücretlerin hangi düzeyde belirlendiğini ifade ediyor). Bu sistemler; firma düzeyinde (merkezi olmayan) pazarlıktan, ara pazarlık düzenlemelerine (endüstri çapında sendikalar ve işveren birlikleri arasında endüstri düzeyinde bir ücret tabanı oluşturan anlaşmalar) ve merkezi pazarlık prosedürlerine (ulusal ücret normlarını belirleyen işçi ve işveren konfederasyonları arasındaki müzakereler) kadar uzanıyor.
Toplu pazarlık yapısının çeşitli unsurlarını kapsayan 28 araştırmanın sonuçları ise şöyle: Merkezi bir koordinasyonla (Kamu Çerçeve Protokolü/KÇP gibi) yapılan toplu sözleşmeler enflasyonu düşürmeye yararken, işgücü verimliliğini artırıyor. (3)
Bu durum da TİS politikasının cari ekonomi politikalarına endeksli olarak tasarlanıp uygulandığını ve sermayenin kârlılığını artırarak sermaye birikimini hızlandırmayı hedeflediğini gösteriyor. Yani KÇP gibi uygulamalar işçi lehine olmaktan ziyade sermaye lehine işliyor ve iktidarın ekonomi politikalarının bir aracı olarak işletiliyor.
Sendikaları zayıflatan etkenler
Sendikaların ciddi bir düşüşte olmalarına yol açan birçok etken var. İlk olarak, neo-liberalizmi listenin başına koymak gerekir. Çünkü neo-liberal ideoloji tarafından emeğin örgütlenmesi ve sendikaların toplu pazarlık yapması, kazananlar ve kaybedenler arasında doğal bir hiyerarşi oluşmasını engelleyen piyasa çarpıklıkları olarak tasvir edilir. Emek-sermaye eşitsizliği erdemli bir şey olarak tanımlandığından, işçi sendikalarına düşman gözüyle bakılır. Sendikalar “kapitalist piyasaların işleyişini bozan tehlikeli yapılar” olarak tanımlanır.
İkinci sıraya otomasyon, robot kullanımı ve dijitalleşmeyi koyabiliriz. Çünkü bu teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı sektör ve istihdam yapısı sendikasızlaşmayı teşvik ediyor. Çağdaş istihdam yapıları, geleneksel işçi örgütlenmesi biçimlerine meydan okuyor. Yapılan bir araştırmada, endüstriyel robotların yükselişinin bu eğilime nasıl katkıda bulunduğu ve sendikal gücün temellerini zayıflatan yapısal bir değişimi nasıl tetiklediği görülüyor.
Buna göre (4), robotların daha yoğun kullanıldığı sektörlerde sendika üyeliğinde önemli düşüşler yaşanıyor. Önemli olan, bu düşüşün esas olarak otomasyona uğrayan sektörlerdeki işçilerin sendikalarından ayrılmalarından değil, istihdamdaki daha geniş bir bileşimsel değişimden kaynaklanıyor olmasıdır: Otomasyon geleneksel olarak sendikalaşmış imalat sektörlerindeki işleri azaltıyor.
Yani otomasyon sadece işleri ortadan kaldırmıyor, istihdamı sendikalar için yapısal olarak daha elverişsiz olan çalışma ortamlarına doğru kaydırıyor. Dolayısıyla sendika yoğunluğundaki düşüş; sadece örgütsel başarısızlığın, sendikaların yozlaşmasının ya da işçilerin sendikalara olan ilgisinin azalmasının bir sonucu olmayıp, teknolojik değişimin istihdamın doğasında ve yapısında meydana getirdiği daha derin değişikliklerin de bir sonucu.
Otoriter rejimler sendikal çöküşün bir nedeni
21. yüzyılla birlikte neo-liberalizmin giderek otoriter ve yeni faşist devlet biçimleri altında uygulanması sonucunda işçi hakları ve sendikal örgütlenmelerde tam bir çöküş yaşanıyor. Bu yüzden de sendikasızlaşmayı etkileyen temel nedenlerden biri olarak otoriter, işçi düşmanı rejimleri de belirlemek gerekir.
Bu bağlamda, Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrası kurulan askeri diktatörlük ve ardından bu diktatörlüğün gölgesinde yeşeren neo-liberal dönemde ve son 10 yıldır ülkede uygulanan otoriter rejim altında işçi sınıfı ve işçi sendikalarının büyük kayıplara uğramasına şaşırmamak gerekiyor.
Çünkü işçilerin sendikal bilinçten yoksun oluşları, patron baskısı ve işten çıkartılma korkusu ve işçiler arasındaki sendikalara ilişkin kötü algı (bir kısmı gerçek olan) işçilerin sendikalardan uzak durmasına neden oluyor. Sendikalaşmış olanların bir kısmı ise toplu iş sözleşmesi yapamıyor.
Sorgulamayan, hakkını aramayan “uysal” bir işçi sınıfı
Neo-liberal neo-otoriter rejime uygun bir işçi sınıfı yaratılması da sendikalaşma oranlarındaki düşüşe neden olan önemli bir faktör. Çünkü bu dönemde işçi sınıfının temel karakteristiği, belli düzeye kadar eğitimli olmasının yeterli olarak kabul edilmesidir. Yani sermaye açısından, işçilerin okur yazar olması yeterlidir ve sorgulamayan, eleştirmeyen, örgütlenmeyen, hakkını aramayan atomize olmuş işçiler özellikle tercih edilir. Kendilerine verilene şükreden ve egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının geldiği son aşamanın ihtiyacı olan şeydir. Yani günümüzde kapitalizmin adaletsiz bölüşüm ilişkileri kendine uygun bir üretici güç (işçi sınıfı) gelişimini de yaratmıştır.
Bu çerçevede, üretimi gerçekleştirecek olan işçiler, yukarıdaki özelliklere ilave olarak, muhafazakâr, milliyetçi, militarist, sabreden, şükreden, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi ve sendikal örgütlenmelerden uzak duran insanlar olmalıdır. Maalesef müesses nizamın bu konuda önemli bir mesafe kat ettiğini kabul etmek durumundayız.
Sendika yönetimleri günahsız değil
Son dönemlerde, “promosyon sendikacılığı” nda ciddi bir artış var. Yeni üye almak kadar, rakip sendikaların üyelerini çalmak için de aracılara ve üyelere para dağıtmaktan ve diğer maddi teşvikleri kullanmaktan, siyasal iktidarı baskı aracı olarak kullanmaktan çekinmeyen yoz bir sendikacılık anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Ayrıca, ABD’de 1930’lardaki Büyük Depresyon dönemlerinde görülen “Mafyatik-Gangster Sendikacılık” Türkiye’de de giderek yaygınlaşıyor. Bazı sendikalarda ise yönetimler babadan oğula geçiyor.
“Finans Sendikacılığı”
Son bir etken sendikaların para ve finans ile olan sınavıdır. Bugünün sendikal davranışını doğru anlayabilmek için sendikaların mali uygulamalarını masaya yatırmak gerekiyor. Bu, işçi sınıfının örgütlülüğünün bugün neden daha zayıf olduğunun ve sendikaların yönelimlerinin ne olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi için son derece önemli.
Öyle ki neo-liberalizm döneminde, sendikaların üye sayısı azaldı ama mali durumları (maddi varlıkları) sıçrama yaptı. “Sendika üyeliği ve yoğunluğu” istikrarlı bir şekilde azalırken, örgütlü emeğin yani sendikaların mali bilançosunun balon gibi şişmiş olması ise garip bir paradoks oluşturuyor.
Sendikaların, on binlerce üye kaybederken varlıklarını büyütebilmeleri nasıl mümkün olabiliyor? Bu sorunun cevabı belli: İlk olarak, üyelik aidatları genellikle işçi ücretlerinin belli miktarına ya da yüzdesine bağlı olduğundan, her yeni toplu iş sözleşmesiyle işçi ücretleri arttığında sendika üyelik aidatları da artıyor, bu da azalan üyeliğin olumsuz mali etkisini rahatça telafi ediyor.
İkinci olarak, sendikalar, borsa, döviz, mevduat ve gayrimenkul gibi diğer para ve emlak piyasasındaki yatırımları sayesinde önemli yatırım ve kira geliri elde edebiliyorlar. Üçüncü olarak, sendikalar örgütlenme ve grev gibi faaliyetler için aidat ve yatırım gelirlerinden elde ettiklerinden çok daha az para harcıyor ve yıllık bütçe fazlası vererek net varlıklarını artırıyorlar.
“Burada olan şey, işçi sınıfına fayda sağlayan bir gündemi ilerletmek ve yeni işçilerin sendikalarda kitlesel olarak örgütlenmesini sağlamaya odaklanmak yerine, mevcut üyelerden sağlanan aidat gelirlerinin banka, borsa ve emlak piyasalarında değerlendirilmesinin asıl amaç olarak benimsendiği ‘finans sendikacılığı’ denilen şeye dönüşmesidir”. (5)
Oysa, emeğin gücünün gerçek kaynağı sendikanın şişkin bilançosu ya da sahip olduğu otel-motel sayısı değildir. Güç, nihayetinde, örgütlülükten, işçilerin grevler ve diğer faaliyetler yoluyla üretimden gelen güçlerini uygulamak için hayata geçirdikleri kolektif eylemlerden gelir. Sendikalar kaynaklarını agresif yeni örgütlenme ve eğitim faaliyetlerine harcamadıkları sürece, çok düşük olan üye sayısını artıramazlar, üye işçileri eğitip, bilinçlendiremezler, örgütlülüğü pekiştiremezler.
Yeni bir sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışına ihtiyaç var!
Kapitalizmin, kapitalist devletin ve sermaye ideolojisinin içinden geçtiği sürecin sosyal ve politik hayat üzerinde çok önemli etkileri de söz konusudur. Bunun bilincinde olarak, işçi sendikaları öncelikle, mücadelelerini ücret sendikacılığı ile sınırlı tutmamalı, ücretleri ve çalışma koşullarını müzakere etmekten daha fazlasını yapmalıdırlar.
İşgücü piyasası kurumları üzerinde etkili olmalıdırlar, devlet bütçesini etkileyerek emekten yana yeniden bölüştürücü politikaları gündemde tutmalıdırlar, toplumsal ilerlemeyi ve katılımcı demokrasiyi ve barışı savunmalıdırlar.
Hepsinden önemlisi, sendikaların yöneticileri gündemlerini başka şeylerle meşgul etmekten vaz geçip, sınıfın ve sendikanın, örgütlenme ve eğitim gibi sorunlarının çözümüne odaklanmalıdırlar.
Sonuç
Orman yangını sırasında bir tür iş cinayetine kurban giden 10 canımız konusunda sadece rahmet ve sabır dilemek yetmiyor. Belli ki bu olayda da işçi sağlığı ve iş güvenliği kurallarına uyulmamış. Değeri 60 TL olan oksijen maskeleri ve koruyucu elbiselerden mahrum olarak bu işçilerin sahaya gönderildiği iddia ediliyor. Bu iddialara göre, ölümler boğulma biçiminde gerçekleşti. Bu da orman işçilerinin ne kadar değersizleştirildiği ve ormancılıkla ilgili işlerin ne kadar liyakatten uzak kadrolarca yürütüldüğünü gösteriyor. Aynı iddiayı yangında beş üyesini kaybeden AKUT için de ileri sürmek mümkün.
O halde işçi sendikaları sadece işçi haklarına değil, aynı zamanda doğa haklarına da sahip çıkmalı, kadını güçlendiren politikaları desteklemeli ve kuşkusuz “kaza” ya da “doğal afet” adı altında geçiştirilen, ancak devletin düzenlemelerden vazgeçmesi nedeniyle artan orman yangınları gibi felaketlere karşı da hem doğayı hem halkı hem de işçileri koruyabilmek için seslerini yükseltmelidir.
Oysa 10 emekçinin ölümü sonrasında sendikaların takındığı tutuma baktığımızda büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bazı sendikaları dışarıda tutarak, konfederasyonların ve sendikaların yöneticilerinin hesaplarından ya da kurumsal hesaplardan yapılan baş sağlığı ve sabır dileyen tweetlerin dışında bu ölümlerle ilgili ciddi bir tepki olmadı. Yangında yaşamını yitiren beş işçinin üyesi olduğu Öz- Orman- İş Sendikası bile kendi üyelerinin ölümünü sıradan bir başsağlığı tweetiyle geçiştirdi. Bu kabul edilemez bir tutumdur.
Anahtar sözcükler: Finans sendikacılığı, İşçi sendikası, Orman yangınları, Sendikalı işçi istatistikleri, Sınıf ve kitle sendikacılığı.
Dip notlar:
https://wol.iza.org/articles/the-consequences-of-trade-union-power-erosion/long (26 June 2025).
“2025 Temmuz Sendika Üye Sayıları Açıklandı”, https://www.csgb.gov.tr/cgm/haberler (24 Temmuz 2025).
T. S. Aidt and Z. Tzannatos,. “Trade unions, collective bargaining, and macroeconomic performance: A review”, Industrial Relations Journal 39:4 (2008), s. 258–295.
https://wol.iza.org/opinions/robots-restructuring-and-union-retreat (24 June 2025).
https://jacobin.com/finance-unionism-union-density-decline-american-labor-movement-mass-organizing?ref=readthemaple.com (2 May 2023).